sancak yine salınsın

o burçta

devir putlarını çağın

bir vuruşta

yaman ol yine yaman

-dileyene kadar aman-

hesap soruşta. (S.M. Aydınlık Savaşçıları'ndan)

5 Ocak 2012 Perşembe

YA EMPERYALİZMİN PASTASI YA ÇAĞLAR ÜSTÜ MUTLAK FİKRİN NİZAMI

Yeni yıla dolardaki tarihi zirvelerle girdik.

Gidişatın -emperyalizm için- iyiye olmadığı açık...

Kan değerlerinden “dolar”daki bu hızlı yükseliş, tedirginliğe sebep olmakta… Merkez Bankası müdahalede bulunuyor, doları düşürelim istiyorlar. Anlaşılır bir tavır. Anlaşılmayan ise, asıl yapılması gereken müdahaleyi yapmaktan kaçınarak, hastayı gerçekten tedavi etmek yerine, durumu stabil tutmaya çalışmanın daha ne kadar süreceği; sürmeyeceği…

Mevcut şartlar, eldeki teknik imkânlar çerçevesinde, hayatımızı bundan öte kapitalist-liberal sisteme bağımlı geçiremeyeceğimiz görülmüyor, hâlâ kabul edilmiyor. Bütün alınan tedbirler, atılan adımlar, liberal-kapitalist sistem ebediyen devam edecek inancına göre ayarlanmış; ölü sanki canlanacak da, biz de ona entegre olarak yaşamaya devam edeceğiz. Tabi buna yaşamak denirse…

Liberal-kapitalist sistemin nasıl çarpıklıklara sebep olduğu ortada… İnsanların mutluluğunu hedefleyen iktisat, liberal-kapitalist zihniyetin elinde, insanlığı felâketlerden felâkete sürüklemekte... İnsanlığın liberal-kapitalist anlayışla sürüklendiği bu felâketler bir tarafa, sistemin kendisi ve işleyişinin temel parametresi olarak kabul edilen “Batı”nın kendi içindeki, “Batı”daki iflas bedahet. Batı dahi artık bu işin daha fazla bu şekilde gidemeyeceğini görmüş ve zaten finans kurumlarına yapılan müdahalelerle temelde liberal sistemin öldüğü kabul edilmiş. Yapılan, kapitalizmin durmuş kalbi liberalizme kalp masajı yapmak, vücutta belli noktalara toplanıp organların çoğundan çekilmiş kan ihtiyacını, dışarıdan kan nakliyle karşılamak suretiyle kapitalin, kapitalistin hayat bulduğu bünyeyi kurtarmaya çalışmak. İyi de mesele kan eksikliği değil ki; bünyedeki kanın, kapitalin beli yerlerde, belli ellerde toplanması, bünyenin kansızlığının sebebi bu. Bu hastalığı tedavi etmek yerine, hariçten toplanan kanı vücuda pompalamakla nereye kadar? Tabi bunun bedelini de ödeyecek olanlar belli, yine toplumun en alt tabakasındaki kesimlerinden alınacak kan, kapitalistin cebine aktarılacak. Sadece onlar mı? Kapitalist-liberal sistemin emperyalizmle mümkün olması saikiyle de, Batı, bu çöküşten kurtulmak için sömürmeye yönelecek, daha çok sömürmek isteyecek. Bu da yeni savaşlar demek. Ki, işte aslında 91’den bu yana yaşanan, Haçlı sürüsünün Irak’a saldırısı ile kapısı aralanan süreç de buna dairdi. Tabi, adamlar apaçık, “sizi sömüreceğiz, bize kanınız lazım!” demediler. “Sizi demokratikleştirmemiz lazım!”, “Sizi bu gerilikten kurtarıp, çağdaş dünyaya layık kılmak lazım, bu bizim medeniyet götürme misyonumuzun bir gereği!” diye çığlıklar atarak geldiler.

Batı’nın kendinde, kendinden başkalarını medenileştirme misyonunu görmesinin ne gibi felâketlere yol açtığına yüz yıllardır şahid olmamıza, bizzat bir zamanlar bizi dahi medenileştirmek için harekete geçmiş olmalarına karşılık, top-tüfekle bu medeni görünümlü sırtlanları bu topraklardan kovmuş olmamıza, “tek dişi kalmış canavar” diyerek yaftalamamıza mukabil, içimizden çıkan birileri yine bu yalanlara kanıp, Batı projelerinin bir parçası olmaya can atmakta.

Kimi Papa’nın Dinler Arası Diyalog projesinin bir parçası, bu misyona hizmet eden biri olmaktan gurur duyduğunu ilân etti, kimi de “BOP’un eş Başkanıyız, Medeniyetler Arası İttifak projelerinin eş başkanıyız” diye kasım kasım kasılmakta, kostaklanmakta değil mi?

Liberal-kapitalist Batı’nın çöküşü, bu çöküşü engellemek için başvurdukları siyasi tedbirler cümlesinden olarak eski vahşi emperyalist tekniklere avdet etmek zorunda kalmaları neticesi, yeniden askerî yoldan ülkeleri işgal etmek ve zenginliklere el koymak istemeleri. Bunda da Batı’nın içerideki dengelerinin olağanüstü bozulmuş olması yanında, saldırıya hedef olan ülkelerin sömürülmeye karşı koymaları baş amil olmakta.

Öyle ya, Irak, Libya, Afganistan zorla, silahla demokratikleştirilirken, Türkiye gibi ülkeler için buna ihtiyaç yok, bizdeki işbirlikçiler zaten olabildiğince demokrat…

Ve, geçmiş dönemlerin aksine olarak, yani Batı, geçmiş dönemlerde sömürge elde etmek için saldırır ve ele geçirdiği yerlerdeki zenginlikleri merkeze taşır, böylece yaptığı askeri harcamaları da fazlasıyla finanse ederken, artık öyle değil. Artık işgal ve yağmalama için gittiği ülkelerde hâkimiyet kurmakta zorlanmaktalar, hâkimiyet kuramamaktalar.

Nerde o savaş sonrası Japonya’nın anayasasını yazıp, tıkır tıkır sömürü çarkını kurabildikleri yıllar? Ne Afganistan, ne Irak, ne de Libya’da gerçek bir zafer, tamamıyla bir teslim oluş, halkın iradesini şartsız ele geçirme mevzubahis değil. Bundan dolayıdır ki direniş devam etmekte, direniş devam ettiği müddetçe de emperyalizm kan kaybetmekte. İşgalden beklediği sömürüyü, hesap ettiği verimlilikte sağlayamamakta… Haliyle, Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olma gibi, bir de askeri harcamalar ekstra bir maliyet getirmeye başlamış oluyor.

Bu gidişin gidiş olmadığı bedahet.

Ama gidecekleri, bildikleri başka bir yol da yok.

Ya sonuna kadar gidecekler veya zaten zamanı çoktan gelmiş sonlarına razı olacaklar, bu sonu hiçbir şey yapmadan beklemeyi kabulleneceklerdi. Ölümü hiçbir şey yapmadan beklemelerini ummak ahmaklık olurdu.

İşte bu sebeple, Suriye ve İran hamlelerinin, daha doğrusu Suriye ve İran’a karşı Türkiye’yi ileri sürmelerinin, Soros’un, “en iyi ihraç malınız ordunuz” diyerek ifade ettiği üzere, Mehmetçiğin kanını emperyalizm adına akıtmasının zamanı gelmiş gözüküyor.

Bunun için de AKP’ye ver gazı: Yeni Osmanlı, bölgesel liderlik, pastadan bizim de pay almamız lazım…

Kansızın biri Irak’ta yaşanan katliamın ardından Irak’ın zenginliklerinin çapul edilmesi sürecinde böyle bir kelâm etmişti: Irak pastasından biz de pay alacağız. Onun gibi köpeciklerin gözünde, Irak, emperyalizmin masaya yerleştirdiği bir pasta… Yapılan katliamların, Irak halkını özgürleştirmenin bedeli olarak da haçlı canavarları ve köpekliğini yapanların alması gereken bir bac lazım… Masadaki pastayı afiyetle yemeleri lazım… Hamuru, kardeşlerimizin kanı ve canı ile yoğrulmuş bir pasta. Süslerini de tecavüz edilen bacılarımızın feryadı-figanı…

Helâl para, helâl kazanç…

Huzurlu yaşam…

Sisteminize de, kazancınıza da, kârınıza da lanet!

Dergimiz / Sayı: 10 (3-1-2012)
www.Dergimiz.Net

UMUTSUZLUK, KARARSIZLIK, KAOS... VE DEVRİM!

Uludere’de yaşanan katliamdan sonra efkârı umumiye, maşerî vicdana hâkim olan umutsuzluk daha da kesafet kazandı.

Türkiye’nin büyük bir hesaplaşmanın sathı mailinde olduğunu ifâde etmeyen yok gibi…

Ne oldu?

İşler iyiye gidiyordu da, ne oldu da birden bire böyle tam ters istikamete yönelindiğine dair sesler, itirazlar yükselmeye başladı?
 
Hani 2010 12 Eylül’de Anayasa değişikliği referandumu yapılmış, “yetmez ama evet” naraları arasında büyük bir zaferin ilk adımı kutlanmaya başlanmıştı?

Habur açılımı?

AB süreci?

Türkiye’nin eksenden çıkmadığı, bilakis Batı eksenini sağlamlaştırmak adına bir takım operasyonlar yapıldığı ve bu operasyonlar sayesinde Türkiye’de kurulan Ilımlı İslâm-Allahsız Müslümanlığın bütün İslâm âlemine örnek olarak sunulabileceği ve Batı’nın da İslam âlemini savaşsız esir almasının ancak bu yolla mümkün olduğu…

Hani demokratikleşmeye, vesayetten kurtulmaya doğru ilk defa böyle bir hızla seyretmeye başlamıştık? (Irak, Afganistan, Libya bombalarla demokratikleştirilirken, Türkiye AKP ile demokratikleştiriliyor!)

Oysa bu gün bakıyoruz, Hüseyin Gülerce RTE’yi tehdit etme noktasına gelmiş…

Daha önceki bir yazımızda, cemaatle AKP’nin yakınlaşacağını söylemiştik. Yanılmışız. Süreçteki zorluk, safları daha da sıkılaştırmayı sağlayacağı gibi, çözülmeyi de tetikleyebilir. Anlaşılan o ki süreç, çözülme üzerinden seyredecek.

Tabi bütün bu hercümerç içerisinde, sistem tıkanmış vaziyette. RTE’nin alternatifinin olmayışı, emperyalizm ve içerideki işbirlikçilerini tedirgin de etmekte. Malum, demokrasi, çift kutupla oynanan bir tahterevalli oyunu. Bu oyunu kurgulayanlar da belli, emperyalist Batı… Şimdi, RTE yerine, Ilımlı İslâm Projesini yürütecek muhtelif lider adayları arasında tek gerçek alternatif Muhsin Yazıcıoğlu idi. Yazıcıoğlu, kendisine yapılan, “RTE yerine seni geçirelim!” teklifini reddettiği gibi, bir de bunu gidip RTE’ye söylemez mi! Tabi, madem oynanan oyunda verilen rolün gereğini yapmayacaksın, o hâlde oyun sahnesinde durmana gerek yok, ihraç edilirsin… (Yazıcıoğlu’nun kazadan (!) önce İngiltere’ye Lord Ahmet’in davetlisi olarak gitmesi, bu seyahat boyunca kendisine İBDA konusunda verilen, saatler süren malumatlar ve kendisinin, “ben böyle bilmiyordum” diye mukabelede bulunması… Lord Ahmet’le anlaşamama… Lord Ahmet’in Kadiyanî oluşu ve Fetullah bağlantısı da göz ardı edilmemeli...)

Bir ucunda RTE’nin olduğu tahterevalli’nin diğer tarafı boş… Eldeki tek alternatif de “oyun”a gelmedi… Bir de bütün bunların üzerine Cumhurbaşkanı’nın görev süresi meselesi problem olmaya başladı. Bizim danıştığımız hukukçular, sürenin 5 yıl olduğunu söylemekteler. Cumhurbaşkanı’nın pozisyonunda müktesep hak olmadığını belirtmekte, hatta 2009 senesindeki bir konuşmasında RTE’nin dahi sürenin 5 yıl olduğunu ifade etmiş olduğuna vurgu yapmaktalar. Şimdi, Cumhurbaşkanı’nın görev süresinin 7 yıl olduğu iddiası ile Gül’ün göreve devamını istemeleri durumunda, meşruiyeti tartışmalı bir Cumhurbaşkanı meselesi de gündemden düşmeyecek. Türkiye, 2012 gibi müthiş gelişmelerin yaşanacağını artık herkesin ortak kanaat olarak ifade ettiği bir yıla, meşruiyeti tartışmalı bir cumhurbaşkanı, hasta ve devamlı kontrol altında tutulması gereken bir başbakan ve AKP-C iktidarını oluşturan kliklerin kendi içinde birbirlerine düştükleri bir yapı ile girmekte…

Diğer yandan, bu yapıya dışarıdan destek olan çeşitli cemaatlerle olan bağların da kopmaya başladığına, Cübbeli Ahmet Hoca’ya yapılan komplo sonrası yaşanan gelişmelerde olduğu gibi çok daha net şahid olmaktayız.

İkinci Lâle Devri’nde de sona gelindi, halk desteği de düşmekte…

2012 senesi; dışarıdan çöküş çatırtıları ve savaş tamtamlarının sesi gelirken, içeride de açıkta kopan fırtınaların kıyıya vurması misali, derinden derine yol alan bir iktidar mücadelesinin tesirlerine daha çok maruz kalmaya başlayacağımız bir yıl olacak.

Bu gün itibariyle aslında bunu söylemek de pek bir şey ifade etmiyor.

Hani, bindiği dalı kesen Nasreddin Hoca’ya, yoldan geçen adamın biri, “düşeceksin Hoca!” diye seslenmiş… Kesmeye devam eden Hoca, düştüğü yerden kalkar kalkmaz adamın yakasına yapışıvermiş: “Madem düşeceğimi bildin, öleceğimi de söyle!”

Herkesin bildiği, “onu babam da bilir” hesabı doğruları, apaçık vakaları tekrarlamak değil marifet.

Bütün bir dünya, bütün bir insanlık, apaçık bir felâkete doğru sürükleniyor. AKP de bu sürükleniş içinde yeni bir şey teklif etmek yerine, Yahudi-Haçlı emellerini gerçekleştirmek üzere kendisine verilmiş rolden mutmainken, ortalığın birden böyle karışması, güvendikleri ilahları Amerika’nın ipleri elinden kaçırmasının şaşkınlığı içinde, bir müddet kendi başına kalmış ve ürkek, mütereddit adımlarla bölgede gezinmeye çıkmış, efendisinin serbest bıraktığı zincirlerinin imkân verdiği ölçüde bir rahatlık kazanmış gözükürken, hiç de istenmeyen istikametlere de dümen kırmış olmasına istinaden, kendisine çeki düzen vermek zorunda bırakılmıştır.

AKP, emperyalizme Türk Milleti arasındaki tampondur. Vazifesi, emperyalizmin politikalarını tatbik ederken, emperyalizme karşı oluşacak tepkileri-darbeleri süspanse etmek. Mukadderatı ise her tamponunki gibi ezilmek, kullanıldıktan, işi bittikten sonra atılmak...

AKP, emperyal sistemin ülkemizdeki son ve alternatifi de kalmayan nihaî hamlesi. Artık bundan sonra, bütün yanlışları bir seferde bertaraf edecek bir ihtilâl kendini dayatıyor. Bu ihtilâl, aynı zamanda bir iç savaş durumunu da beraberinde getirecek gibi.

Unutulmasın, bu ülkedeki problemlerin çözümün temel şartı, kendi meselelerimizi kendimizin konuşabilmesi, Haçlı-Yahudi emperyalizminin dahline müsaade etmemek.

Mevcut sistem ise bilakis sırf bunun için var. Mevcut sistem içinde emperyalizmin müdahalesine mani olmaya çalışmak, ham hayalden öteye gitmez. Mevcut sistemi değiştirmeye kalkmak da Irak’ta, Libya’da, Afganistan’da olduğu gibi, emperyal müdahaleleri göze almayı gerektirir. Böyle bir kahramanca çıkış olmadan, yüzyıllardır birikmiş meselelerimize çözüm bulamayacağımız, her aklı selim sahibinin teslim edeceği bir hakikat. Samimiyet şartı… O halde, yine Nasreddin Hoca kıssalarının birinde olduğu üzere, kaybolan iğnemizi kaybettiğimiz yerde, samanlıkta arayacağız. Araması kolay diye, samanlığın dışında açık aydınlıkta iğne gene aranır ama, bulma ümidi olanın art niyetsiz olanına deli derler. Bu da bir iştir ama aksiyon değildir. Diğer taraftaki art niyetliler ise, bu milletin düşmanı, haini ajan… Ve aslında bu demokrasi edebiyatı da Müslüman Anadolu Ahalisi ve tüm dünya milletlerine giydirilmek istenen bir deli gömleğinden başka bir şey değil.

İnsan ve toplum meselelerinin halline dair sistem çapında teklifini ortaya koyan İBDA’nın devlet yönetimi ve idare şekli bahsindeki teklifi Başyücelik Devleti’nden başlayarak, gündemimizi belirlemesi gereken dava İBDA’dır.

Türkiye ve dünya, büyük bir hesaplaşmaya doğru gidiyor.

Sistem çapında bir teklifin varsa buyur, yoksa İBDA Mimarı’na kulak kabart…

Madem dünyada bir sitsem krizi yaşanıyor ve dünya yeni bir nizama muhtaç, o halde çözüm teklifleri de sistem çapında olmalı değil mi?

Bize düşeceğimizin değil, öleceğimizin haberini verecek olanlar lazım.

İşte İBDA bunun için var!

Ve devrim bunun için tek çıkar yol.

“Ya öl, ya ol!”

Cihad KOLGEZEN

Dergimiz / Sayı: 10 (3-1-2012)
www.Dergimiz.Net