sancak yine salınsın

o burçta

devir putlarını çağın

bir vuruşta

yaman ol yine yaman

-dileyene kadar aman-

hesap soruşta. (S.M. Aydınlık Savaşçıları'ndan)

31 Aralık 2011 Cumartesi

BATAN GEMİDEN CİNNET MANZARALARI

Daha önce ifade etmiştik, AKP iktisadı, batan gemideki cinnet manzarasından farksız.

Daha biraz önce, TV’de, Babacan’ın büyükelçilere, AB’nin nasıl bir batağa saplandığını, buna rağmen Türkiye’de işlerin nasıl iyiye gittiğine dair seminer verdiğine dair bir haber geçti.

Batan gemi…

Bir zincir nasıl en zayıf halkası kadar kuvvetliyse, liberal kapitalist iktisadi nizam da ilk başta, emperyalist Batı’ya entegre olmaya çalışan çevre ülkelerdeki krizlerle batış alâmetleri göstermeye başlamıştı. Zira liberal kapitalist sistem ancak emperyalizmle kuvvet bulabilirdi ki, Batı’ya eklemlenmeye çalışan çevre ülkeler, emperyalizm noktasında Batı kadar ilerlememiş olduklarından, krize dair ilk alâmetlerin buralarda tezahür etmesi normaldi. Geminin ilk su alan bölümleri… (Diğer taraftan, emperyalizmin olabilmesi için, birilerinin sömürmesi yanında, birilerinin de sömürülmesi lâzım ki, bu çevre ülkelerinin zaten Batı gibi olmaya başlamaları demek, sistemin çökmesi demek. Ki, bu günkü krizin sebebi biraz da burada. En azından, Irak’ın kahraman lideri Şehid Saddam Hüseyin’in, sömürülmeye karşı isyan bayrağını açarak, sömürü zincirini kırmaya dair attığı ilk adım ve bu yönde dünyaya örnek oluşturması, Batı adına kötü neticeler doğurmaya devam etmekte. Hem başkalarının sömürülmeme iradelerini ortaya koymaya teşvik için Batı adına kötü bir örnek, hem de Batı’nın güvenlik harcamalarını kontrolsüz bir şekilde artırması bakımından ayrıca bir felâket.)

Esas mevzua dönecek olursak, kapitalist yağma düzeni ilk olarak Türkiye gibi çevre ülkelerde su almaya başlamışken, bu gün artık Batı, yani sistemin merkezi sulara gömülmeye yüz tutmuş, suların dalgalanmasından kaynaklanan bu denge değişimi saikiyle, Türkiye gibi ülkelerin gemide bulundukları yer itibariyle görece olarak su seviyesinden biraz yükselmiş olmakla, “durumumuz çok iyi” hayaline sebep olduğu anlaşılıyor. Hani Titanic filmindeki manzara; nasıl o koca gemi tepe üstü dibe doğru gittiyse, geminin dengesi değişip, artık batış kaçınılmaz hâle gelince, daha önce su basan bölgeler, bu denge değişiminden dolayı yükselmeye başlayıverir, sular bir â için çekilir. İyi de bu iyileşme değil, bilakis geminin batışının kaçınılmaz bir noktaya gelmesine işaret eden bir durumdur aslında.
 
Daha önce de ifâde ettiğimiz gibi, AKP’nin Batı’ya eklemlenmeye dair politikalarını batan geminin bir kamarası farz edecek olursak, kamaranın az su alması veya çok su alması kıyası ile ekonomiyi değerlendirmek gibi bir absürdü izah içindeler. Bir parçası olduğun gemi batarken, senin bulunduğun kamara az su alsa ne, çok su alsa ne? Gemiden ayrılmak, ayrılmayı düşünmek yerine, kamaraya daha az su aldırmayı başarı olarak sunan hükümetimizin bu sözde başarısını ve bu cinnet hâlini başarı olarak görmek akıllara sezâ…

2012’ye, işte böylesi bir cinneti düğün-bayram olarak sunan bir hükümetin idaresi altında giriyoruz.

Peki nedir 2012’nin özelliği?

2012, hayâllerimizi bile aşacak olan şok gelişmelerin yaşanacağı bir yıl… Zamanın hızlanması hakikatine istinaden, peş peşe öyle gelişmeler yaşayacağız ki, bu geçmiş devirlerin yüzyıllarına denk gelecek bir yoğunluk ifâde edecek.

Bizce 2012, bütün pamuk ipliklerinin kopacağı, bütün sahte dengelerin alt üst olacağı, bütün bu aklı selim sahibi gözükerek halkı kandırıp iktidar koltuklarını işgal eden, aslında cinnet geçirenlerin artık akıl hastanelerine tıkılmaları gerektiğinin halk nazarında da alenen karara bağlanacağı yıl olacak.

Aynı zamanda savaş yılı, işte Suriye, İran, İsrail vs… Ve ABD’nin çekilmesiyle birlikte bütün o ertelenen hesapların gündeme geldiği Irak…

Peki batan gemide durum ne?

Avrupa Merkez Bankası, gemiyi batmaktan kurtarmak için, bankalar açıklarını yamayabilsin diye, 3 yıllığına yüzde 1 faizli para verdi. Verdi de 300 milyar Avro veririz diye hesap ederlerken, 532 banka, toplamda 482 milyar Avro borçlandı…

Evdeki hesap ne, deliğin çapı ne!?.

2012’nin ilk çeyreğindeki para ihtiyacının ise 730 milyar Avro olduğu söyleniyor.

Hani işler iyiye gidiyor ya, çok değil, şunun şurasında birkaç ay bir şey kaldı. Bakalım o gün geldiğinde, o eşsiz yüzsüzlükleriyle ne yalanlar söylemeye başlayacaklar.

Fransa’da, Ermeni soykırımı yapmadığımızı söylemenin yasaklanmış olmasına karşı, Sarkozy’yi verdiği sözü tutmamakla suçlayıp, siyasette doğruluğun, söylediklerinin arkasında durmanın ne kadar gerekli olduğunu söyleyenlere, biz de o gün bu günkü söylediklerini hatırlatacağız elbette.

Ama biliyoruz ki, bunlar, Batı’yı örnek alıp, Batılılaşacağız derken, Batı’nın o çok kirli yüzünü, iki yüzlülüğünü de aldılar; insanların gözleri içine baka baka pişkince yalanlar söylemeyi.

Yoksa bir Müslüman yalan söyler mi?

Müslümanlarsa, yalan söylüyor olacaklar; yok inanarak söylüyorlarsa -ki durum onu göstermekte-, İslâm karşısındaki durumları apaçık; “Mürted”…

Biz, bize emrolunduğu üzere, kişiyi, namazı orucuyla değil de, para ile olan ilişkisi üzerinden değerlendiririz. Kendilerine, milletin menfaati adına kullanmaları için teslim edilen kaynakları nasıl ve ne biçimde, kimlerin menfaatine dair, hangi ahlâk, anlayış ve sistem içinde tasarruf ettiklerine bakarak…

AKP’nin, bu emaneti, kendisinden öncekilerden temelde farklı bir istikamet ve anlayışta tasarruf ettiğine dair bir durum vaki değil. Bir iki küçük istisnai durum, görüntüyü kurtarmaya, ağızlara bir parmak bal çalmaya dair yapılanlarsa, kahve siyaseti zaviyesinden hadiseleri değerlendiren ve muhatabı da bu olan goygoycular, menfaatçiler ve parsacılar nazarında takdir edilebilir ancak. Bizim gözümüz “hep”te ve “hep”in olmadığı yerde, “hiç”ten başka bir şey olmayacağı, “hep” yerine sunulan bir kısım şeylerinse aslında o beklenen ve özlenen “hep”in yolunu kesmek, gelişine mani olmak adına emperyalizm tarafından empoze edilen şeyler olduğunu biliyoruz. Sosyal Riski Azaltma projesi dâhilinde milletten çaldıklarının bir kısmını, en alt gelir grubundakilere tekrar iâde etme kararı almalarındaki gibi. Yoksa, tezgah büsbütün bozulacak. Altın yumurtlayan tavuğu kesmiş olacaklar… Burada “tavuk” yerine konanın Türk Milleti, kümesin başında görevlendirilenlerin ise AKP olduğunu ifâde edelim. Kümesten ne kadar çok verim alır, emperyalizmin gelirini arttırırlarsa, kendileri de o oranda primle ödüllendirilecekler. “Üstün Cesaret”lerinden…

Dergimiz / Sayı: 9 (27 - 12 - 2011)
www.Dergimiz.Net

23 Aralık 2011 Cuma

"FRANSA’YLA RESMEN KÜSTÜK"

Fransa, “Türkler Ermenilere soykırım” yaptı yalanını kabul etmeyenlere hapis ve para cezası öngören yasayı meclislerinden geçirdi.

RTE’ye baktık, yine aslan parçası, kükrüyor. Fransa’ya karşı bazı tedbirler uygulanacakmış…

Fransa meclisinde böyle bir kararın çıkması, AKP hanesine yazılacak üstün bir diplomasi başarısıdır ki bu üstün diplomasi başarısı(!) karşısında ancak zaten böyle kükremeler vaziyeti kurtarabilirdi. Ama Batılılar buna alıştı artık, fazla ciddiye almıyorlar. Kıbrıslı Rumlar dahi, “Bırakın kükresin, bir şey yapmaz!” demişlerdi. Hani, bunun Türkçesi, “havlayan köpek ısırmaz!” demektir, afedersiniz…

RTE’nin Fransa misalinde olduğu gibi, yakın zamanda böylesi kükremelerine(!) son zamanlarda sıklıkla, özellikle İsrail bağlamında şahit olduk. En son, Mavi Marmara şehidleri için benzer bir tedbir paketi açıklamışlardı. Hani, Mavi Marmara katliamı ile ilgili BM bir rapor hazırlamış ve rapor resmen açıklanmadan bir gün öncesinden İsrail tarafından kendi menfaatlerine olacak yönleri öne çıkartılarak basına sızdırılmıştı da, Gül dahi, “Bu raporu kabul etmiyoruz!” demek sorunda kalmıştı. Biz ise daha işin başında, böylesi mühim bir meselenin BM’ye bırakılmasını eleştirmiş ve rapor açıklandıktan sonra AKP’nin açıkladığı tedbirlere “Küstüm Şov!” diye kayda değer bulmadığımızı beyan etmiştik.
(bkz: http://bakiaytemiz.blogspot.com/2011/09/kustum-show-mavi-marmara-sehidlerinden.html )

O gün açıklanan tedbirlerden biri de Akdeniz’de seyrüsefer güvenliğinin sağlanmasıydı ki, şovla realitenin farkı, Gazze’ye giden ikinci konvoya da İsrail’in saldırmasıyla ortaya çıktı ve bu konvoy da İsrail tarafından gasp edilerek, Gazze’ye gitmesi cebren engellendi.

Şimdi de Fransa’ya karşı benzer bir ayran kabartma operasyonu yapılıyor RTE tarafından.

İşte, tam da bu satırları yazarken, konuyla ilgili olarak Habertürk TV’de Ceyda Karan, “Fransa’yla resmen küstük!” demez mi? Eh, yazımızın başlığını da atmış oldu, sağolsun…

Yine tam da bu arada, Fazıl Duygun, Yeni Asya Gazetesi’nin, “İsrail’le Askerî İşbirliği Yine Devrede” diyen manşet haberini Akıncı Genç Özgürlük Platformu’nun face sayfasına koymuş…

Yine biraz önce, RTE, Kanunî’nin zamanının Fransa kralına yazdığı meşhur mektubu okumaktaydı…

Laf tarihten açılmışken, hani serde Maraşlılık da var, şu Fransız işgalini, zulmünü bir kez daha hatırlamak olmazdı elbette. Fransız keferesine ilk kurşunu sıkan Sütçü İmam’ı da… Türk-müslüman kadınının kıyafetine el uzatan Fransız keferesinin üzerine ilk atılıp şehid düşen Çakmakçı Said’i de… Ki, Sütçü İmam, Said’in şehadetine şahid olduktan sonra tabancasının namlusunu kefereye çevirip tetiğe basmıştır. Ve daha nice isimli-isimsiz şehid ve gazi kahramanlar…

Bu satırların yazarı, çocukluğunun en güzel yıllarını, işte o Çakmakçı Said’in adını taşıyan sokaktaki evlerinde ve o sokakta geçirmiştir. Aynı zamanda evlerinin Çaldıran ve Ridaniye Sokak’la olan ilişkisinden dolayı da Yavuz Sultan Selim’e selam ve dua göndermeyi de ihmal etmemesi gerekir. Ve Maraş’ın her kurtuluş bayramında, yani her 12 Şubat’ta, teyzesinin kendilerine dikmiş olduğu mahalli kıyafetleri giyerek, teyze çocukları dahil mahallenin diğer çocuk ve gençleriyle beraber, mahalle çetesi içinde, “resmi geçit”e, törenlere katılmak için can atmıştır. Bu törenlerin en muhteşem anlarından birisi de Sütçü İmam’ın, Fransız keferesini nasıl mıhladığının canlandırıldığı, bütün bir iman şahlanışı ile alkışlanan tiyatral gösteridir. Temsili Sütçü İmam temsili Fansız keferesine Müslüman Türk kadınının kıyafetine el uzatmanın cezasının ne olması gerektiğini hatırlatmak üzere tabancasının tetiğine dokundukça, her patlama sesi bir coşku seline, bir alkış tufanına yol açardı.

Sonra ne mi oldu?

Sonra, Fransa keferesini dost tutmak isteyenler iktidara geldi, belediyelere geldi…

Ne Çakmakçı Said sokak kaldı, ne Çaldıran, ne Ridaniye…

Sokaklara numaralar verildi, ruhsuz, şahsiyetsiz olduğu kadar, ruhu ve şahsiyeti silici ve ruha ve şahsiyete düşmanlığa yol açıcı numaralar. Şimdi artık, Çaldıran yok, Ridaniye yok, Çakmakçı Said yok… Artık adres tarif ederken, “Falanca numaralı sokak” diyoruz, hani eskiler için de, “eski Ridaniye, Çakmakçı Said veya eski Çaldıran Sokak var ya, işte orası!”…

Ve, 12 Şubat’larda, Sütçü İmam’ın Fransız keferesini gebertiş sahnesi programdan çıkarıldı. Fransa’yla dost olunacaktı… Böylesi sahneler, Fransa ile olan dostluk adımlarına zarar verirdi alimallah…
Bütün bunları kim mi yaptı?

AKP kodamanları, Fransa’ya karşı olacağız diyerek Tutsilere, Hutulara, Afrikalara kadar gitmesinler, Sütçü İmam’ları, Çakmakçı Saidleri, Kara Yılan’ları hatırlasınlar, yeter!

KİMİN BÖLGESEL GÜCÜ

Haçlı saldırganlığının Suriye ile hesaplarının tezgaha konulmaya başlaması 2003 senesine dayanıyor.

O zaman Esad, kendisine teklif edilen işbirlikçi rolü reddetmişti.

Şimdilerde ise Suriye’ye karşı saldırının alt yapısı adım adım uygulamaya konuyor.

Suriye ordusundan kaçan askerler Ürdün’de Mossad ajanları tarafından sorgulanıp, Esad rejimine karşı savaşmaya iknâ ediliyor.

Artık CIA kontrolünde olduğu apaçık olan El Cezire tarafından kalabalık bir grup Suriyelinin Katar’a götürülüp, burada nasıl yalan haber uyduracakları, cep telefonu, interneti vs ihanetleri yolunda nasıl en verimli kullanabilecekleri konusunda eğitildikleri de artık bilinen şeylerden.

Tabi işin bir de Türkiye cephesi var.

Birtakım operasyonlarla Amerika’ya karşı unsurları budanan bir TSK var artık. Amerika bugün ne Necip Torumtay benzeri vakaya, ne de yeni bir 1 Mart tezkeresi faciasına tahammülü kalmış olarak, tedbirlerini çoktan almaya başladı ve Suriye işi, güya bölgesel güç olarak Arap Birliği ve Türkiye’ye havale edildi. Taşeron AKP’dir artık.

Hani bölgeye harici güçlerin müdahalesi tepki çekiyor ya, işte bunu fark eden Haçlılar, kendileri yerine taşeronlarını öne sürmekteler. ABD buna, “arkadan liderlik” adını vermiş. Yani arkasına geçtiği kuklalarına yaptıracak kendi yapacaklarını ve bu sayede perde önünde kendisi gözükmediğinden yıpranmamış olacak.

Bu çerçevedeki “bölgesel liderlik” edebiyatı, bir zamanların millî sinema zırvasından farksız. Senaryo dışarıdan, teknik ekipman dışarıdan, akıl, fikir her şey dışarıdan, bir tek oyuncular yerli, o da tartışılır. Bunu adı da “bölgesel güç”…

AKP, eşbaşkanlık/genel valilik vazifesi icabı, HAMAS’ın Suriye’deki karargahını boşaltması için HAMAS’lı yetkililere şantaj yapıyor, tehditler yağdırıyor. Bu tehdit ve şantjların en acı vereni de, Gazze’deki çocuklar için acil gerekli antibiyotik vs. cinsi ilaçlar için aylardır bekletilen HAMAS yetkilisine yapılanı... Davidson’un adamları, “Ya Şam’ı terk edersiniz veya o bebelerinizin ölmesini seyredersiniz!” diye, tarihte eşi görülmemiş alçaklıklara imza atıyorlar.

Tabi bunun yanında Suriye’ye karşı asilerin Türkiye’de konuşlanıp, eğitildikleri ve Suriye içlerine sızarak silahlı eylemler yaptıkları da artık saklanmayan bir gerçek.

Artık Türkiye ile Suriye arasında resmen açıklanmamış düşük profilli bir savaş var derken, bu savaşın resmiyete dökülmesi ve topyekûn karakterini almasının saatinin yaklaştığına dair deliller; füze kalkanın hızla inşa ediliyor oluşu, Amerika’nın İncirlik’e yerleştirdiği insansız casus uçakları ve en son YAŞ toplantısında TSK’nın savaşa hazırlık seviyesinin tartışılmış olması.

Tabi bu arada Amerika’nın Irak’tan çektiği askerlerini Ürdün-Suriye sınırına yerleştirmekte oluşunu da gözardı etmeyelim.

Burada RTE’nin şahsında Haçlı-Yahudi canavarlığının hesabına taş koyan önemli faktörlerden biri HAMAS’ın Suriye tarafından desteklenmesi ki, İsrail’e karşı “Van Minüt” şovuyla kostaklanan RTE, HAMAS’a rağmen Suriye’yi hedef almanın riskine müdrik. Diğer taraftan Ehli Sünnet âlimlerinin Esad’a verdikleri destek ve asileri emperyalizmin menfaatlerine hizmet etmekle suçlamaları…

Bu ehli sünnet âlimlerin en meşhurları da Ramazan El Butî…

RTE bu destekten duyduğu rahatsızlığı İstanbul’daki bir toplantıda açıkça ortaya koymuş ve yılların âlimlerini, cübbe-hırka giymekle alim havalarına girmiş sahtekarlar mealinde bir ifâdeyle suçlamış, alimlere hakaret edip dil uzatmaktan imtina etmemişti.

Tabi Ramazan El Butî’ye ancak dil uzatabilen AKP iktidarı, Cübbeli’ye el uzatmakta gecikmedi…

Savaş geliyor savaş…

Hani savaş istenmez de, elle gelen de düğün bayram.

Madem ikazlar kâr etmiyor ve illâ da arkalarına geçmiş efendileri Amerika ve İsrail’in menfaatleri için savaşı göze aldılar, işin içinde Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma riski de var!



Dergimiz / Sayı: 8 (20 - 12 - 2011)

www.Dergimiz.Net

18 Aralık 2011 Pazar

CÜBBELİ NİÇİN HEDEF?

Cübbeli Ahmet Hoca’nın niçin adi bir yalan rüzgarı estirilerek gözaltına alınıp tutuklandı?

“Adi bir yalan rüzgarı”, çünkü medyaya haberler o şekilde yansıtılıyor ki, Cübbeli kadın pazarlamaktaymış…

Yeni Şafak’tan Fikri Akyüz dahi, bırakın kadın pazarlamasına, O’nun zina yapacağına dahi inanmanın mümkün olmadığını açık yüreklilikle ifâde ediyor. Ve ekliyor Akyüz: “O kadınlar, sakın Cübbeli’nin dini nikahlı eşi olmasın?”

Meselenin bam teli nedir?

Cübbeli’nin almış olduğu tavır. Diyalogculuğa karşı tavrı zaten açık olan Cübbeli, tam da bizim “kasım ayı, kesim ayı!” tesbitimize denk bir noktada, Kasım ayının son haftasında yaptığı sohbette, bu defa açıkça AKP’yi hedef alıyor ve yapılanları “küfür” olarak adlandırıyor.

İşte dananın kuyruğu da burada kopuyor. Yıllar oldu Cübbeli hakkında şantaj kasetlerinin varlığından cümle alem haberdâr iken, bu şantajcılarla ilgili parmağını kıpırdatmayan polis, haliyle Cübbeli bu işi bir şekilde çözmeye teşebbüs ettiğinde, işin içine cinsellik sosunu boca ederek saldırıya geçiyor.

Bunlar iğrenç 28 Şubat taktikleri. Zaten demiyor muyuz; AKP 28 Şubat’ın bir ürünüdür ve asıl derin yapı aranacaksa, AKP’nin kendisidir diye.

Türkiye’de hiçbir önemli davanın sadece “hukuki” olmadığını bilmeyen varsa, “günaydın” diyerek devam edelim ki, Salih Mirzabeyoğlu’na gayri hukuki olarak örgüt liderliğinden ceza verenler, Cübbeli’nin de kendilerine açık ve yakın tehlike arzetmeye başladığını gördükleri ânda, düğmeye basıverdiler.

Aşağıda, Cübbeli’nin iki ayrı konuşmasının çözümlerini bulacaksınız. Birincisi, Habertürk TV’de Yiğit Bulut’la olan programdan:

“Adam bana şantaj yapıyor, karı kızı değil, vaaz etmeyi bırak diyor.

Burada Türkiye’nin geleceği ile ilgili konular var.

Memleketi bekleyen imani noktada 3 tehlike var.

20 sene evvel, bu memlekette “Yahudi-Hıristiyan cennete girebilir” diyen bir hoca çıkmazdı.

Bir Süleyman Ateş çıkmıştı, ona reddiye yazdılar. Şimdi ona reddiye yazanların çoğu bu “Ilımlı Proje”ye imza atmış durumdalar. Şimdi ben de 20 sene sonra bunu söylesem, bana da inanmayın. Bir adam “Yahudi-Hıristiyan cennete girer” diyorsa, havada uçsa da inanmayın. Bütün Kur’ân, Âyet, Hadîs ortadadır. “Yahudi-Hıristiyanlar cennete girecek” diyenler cennete giremez. Kimse bunu bu memlekette bu millete yutturamayacak. Tutmayacak bu projeler. Suyun üstüne çıkan köpük gibi yakında sönecek. İstediğin kadar namuslu geçin, karını kızını kapat! Allah’ın dinini sattın, ayetlerini sattın! En büyük namusumuz dinimizdir! Yüzlerce ayetin hükmünü değiştirdiniz.”

Aşağıda çözümünü verdiğimiz videonun yayın tarihi 9 Aralık. Videoyu youtube’a yerleştiren, “yaklaşık iki hafta önceki sohbetinde” kaydını düştüğüne göre, sohbetin yapılış tarihinin Kasım ayının son on günü içinde olduğunu anlıyoruz:

“Herkes evinden mahallesinden başlasın, bu işi düzeltelim, yoksa bu iş böyle gitmez. Bu hainler bu vatanı böldürene kadar, özerklik bilmem ne adı altında, Siyonizm için bir parçasını koparana kadar, Büyük İsrail’i kurana kadar, kıyamete kadar bırakmaz bu işin sonunu. Biz unutur, hemen eğlenceye dalarız, gavurlar uyumaz. Yüz-iki yüz senenin projesini şimdiden yapmışlar. Bizim 5 sene soranın hesabımız bile yok. Bu vaziyette biz bu işi kazanamayız. Çünkü müslümanlar da gevşedi. “Kafirlerle anlaşalım, laikliğe devam edelim, İslâm’ı karıştırmayalım bir şeye”, bizim(!) Müslümanlar(!) böyle konuşuyor. Biz böyle konuşursak, Allah bizi yardımsız bırakır. Biz Kur’an’dan ayrılamayız. “Din ona karışmaz, buna karışmaz”. Ne demek karışmaz? “Din yönetime karışmaz” demek, “Allah karışmaz” demek. “Allah karışamaz bana” demek. Sen nasıl dersin “Allah karışamaz”… “Allah karışamaz” diyen kâfir olur. Allah her şeye karışır. Müslüman değilsen, dersin. Müslüman nasıl der, “din bize karışmaz”. “Din işi başka, o iş başka, bu iş başka”. Nasıl “iş başka”? Alırsın teröristi, askeri polisi şehit etmiş adamı, beslersin. Din karışsa, çoktan onların kafası gitmişti. Adam oradan, İmralı’dan yönetiyor ortalığı. “Benle anlaşacaksın, anlaşmazsan şunu şöyle yaparım, böyle yaparım”. Yedirirsen, içtirirsen, bir de avukatıyla görüştür. Bir de demeç verdir. Ohooo, din karışmazsa senin kafan böyle karışır. Memleketin böyle karışır. Din karışacak. Kısas var, bu kadar ocağa ateş düştü, bu kadar ana ağlıyor burada. Hakları var! Allah, “hak verdim” diyor onlara. Nasıl affediyorsun, bu zulümdür. Allah’ın indirdiği ile hükmetmezsen ölüm yayılır, fakirlik yayılır. Belalar yayılır. Mayıs yağmuru gibi saçılır. Allah’ın Kurani nizâm nasip eyle, (AMİN sesleri geliyor) İslâmî düzen nasip eyle! (AMİN sesleri geliyor) Mayıştık, uyuştuk, mantar olduk, böyle bakıyoruz, “ya biz namaza gidelim gelelim, daha bir şey lâzım değil” demeye başladık. Biz efendim, “cihad yapamayız, bizim gücümüz yok, kâfirler çok ilerledi, biz en iyisi onlarla iyi geçinelim”, ama iyi geçinemezsin. İyi geçinirsen böyle. (Âyet okuyor) “Onların dinine uymadıkça, gavur olmadıkça, ne Yahudiler ne Hıristiyanlar, asla senden razı olmayacaklar” diyor Kur’an. Ya gavur olmaya karar verelim, hâşâ, ya da bunardan el etek çekelim. Yoksa, “ben Müslüman kalacağım, bunlarla da iyi geçineceğim!”, olmaz diyor Kur’an. “Geçinemezsin, bırakmazlar seni” diyor. Ben ne anlıyorum, siz ne anlıyorsunuz bilmiyorum. Ben, doğruyu söylüyorum, zaten yanlış söylüyorsam Allah nasip etmesin. Doğruyu da söylemedikten sonra sohbet yapmanın bir mânâsı da yok. Hacımız, hocamız bütün Müslümanlarımız yanlış yaptık. Biz yanlış yaptığımızı kabul edelim, biz İslâm’dan ayrıldık. Biz taviz verdik, biz yalakalık yaptık, biz gâvurlarla anlaşmaya kalktık ve bu hâle düştük. Bu suçumuzu ititraf ediyorum ben. Siz de edin. Ve hemen tövbe istiğfar edelim. Bundan sonra İslâm-Kur’ân diyenlerin arkasında gidelim. İslâm-Kur’ân kim diyorsa onun arkasından gidelim. Başka bir şey lâzım değil. Bir kişi, bir kişiyiz. Ne yapalım, Allah Hak’tan ayırmasın. Ne bu yalakalık ya? Bu kadar “İslâmî medya” var, bir tânesi hakkı söylemiyor. Bir tânesi doğruyu söylemiyor, “ya, şu yanlış, bu yanlış” diyen yok. Böyle olmaz. Dost doğrusunu söylermiş. Yok, “sen doğrusun, doğrusun, iyisin” diyen dost olmaz. Allahım, cümlemize sadakat nasip etsin! Ahde vefâ nasip etsin! Dayanamayacağımız imtihanlara tabi etmesin! Allahım imtihanı kazanmak nasip etsin! İman selâmetiyle çene kapamak nasip etsin. Kâfirlere meyletmeden, taviz vermeden ölmek nasip etsin. Amin Allahım, Ya Rabbi! Nerden nerelere geldik yâ… İslâm’ın Şeriatın savunucusu müdafiileri, şimdi ne hâle geldiler yâ! 10 senede, 20 senede bu kadar değişilir mi? Ben bile kendimden korkmağa başladım. 5-10 sene sonra ben de sapıtırsam, bir de bakmışsın laiklik-maiklik demeğe başlarız, bilmem ne, ne olacağız Ya Rabbi? Allah’ım, bana şeriattan, itikattan, iman bakımından kıl kadar ayrılacağıma ölmeyi nasip eylesin. Bakıyorum adamların kalbi-malbi hep döndü. Bu kadar insan tanıyorum ben, hep döndüler. “Ya ses çıkartmayalım, işler iyi, Amerika’yla işler iyi gidiyor, ekonomi düzgün” falan… Bana ne ya, bana ne! Kendim hakkında ne istiyorsam Allah size de aynısını versin!..”

Daha bir çok örnek verilebilir Cübbeli Efendi’nin konuşmalarından. TV ekranlarına çıktığı her vesilede Mahmud Efendi Hazretleri’nden aldığı icâzet ve direktiflerle “Ilımlı İslâm” adlı ftneyi açıktan hedef alan, Amerikancı işbirlikçilerden ve BOP Projelerinden söz eden, Mustafa İslamoğlu ve benzerleri gibi Ehl-i Sünnet düşmanlarını teşhir eden konuşmalar yapan Cübbeli Ahmed Hoca…

Bu ifâdelerin, düşmanı kalbinden vuran öldürücü zehirli ok olduğu kadar, dostlar için de şifâ olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı? Cübbeli Hoca, taûn hastalığının ortasına dalan ve bu tehlikeli hastalığın kendisine bulaşıp zarar vermesini, ümmetin sağlık ve sıhhatine tercih eden fedakârâne bir doktor gibi, hakikatin şifâ oklarını mikropların kalbine kalbine saplamakta. Bu gayret, tek başına büyük bir kıymettir içinde bulunduğumuz şartlarda.

Cübbeli’ye yapılan saldırı, Cübbeli’nin şahsında Mahmud Efendi Hazretleri’ne, Mahmud Efendi Hazretleri’nin şahsında ise topyekûn Nakşibendiyye’ye yapılan bir saldırıdır. Emperyalizmin uşakları demek istemektedirler ki; “ya bizim Ilımlı İslâm projelerimize ses çıkarmaz, onaylar ve “dilsiz şeytan” olmayı kabul edersiniz, veyahut da işte sizlere öyle bir kulp takarım ki, bütün milletin gözünde rezil rüsvâ olursunuz!”

Ey ehli imân, Allah yolunda hakkı söyledi diye kulp takılanlardan olmaya can atanlarınız nerde? O kulp takılanların başında senin Peygamber’in gelmekteydi, unutma!

Ey tarikatı Nakşibendiyye’nin bendeleri, Ey Ahmed Faruk Serhendi’nin talebeleri, ey Mektubat’ın yetiştirdikleri, ey mürtede, münafıka, dini içten yıkan kafirlere karşı, Ehli Bidat’a karşı şedid olmakla, onları aşağılamakla, onları tahkir etmekle, onlara bayrak açıp baş eğmemekle, cihadla emrolunanlar! Dininiz elinizden alınıyor, nerdesiniz? Şimdi susarsanız artık biliniz ki mahşerde Şeriat sahibinin huzurunda hangi yüzle konuşacaksınız?

Ey Ehli İman!

Zulme karşı susmaya devam edersen, bil ki bu zulüm en sonunda seni de bulacaktır ama işte o gün, sen de Peygamberinin şeriatına hürmet eden insaflı bir kul aradığında ortalıkta kimsenin kalmadığını göreceksin.

Allah’ın dini satılırken sessiz kaldıktan sonra, sen bu dünyada rahat etmişsin neye yarar? Ahretini berbat ettikten sonra, dünya saltanatı senin olsa ne yazar?

Cihâd KOLGEZEN

Dergimiz / Sayı: 7 (13-12-2011)
www.Dergimiz.Net

TEĞET Mİ GEÇER, DELER Mİ GEÇER?

AKP hükümetine sağdan soldan yoklama yumrukları gelmeye başladı.

Biden’in hazır bulunduğu toplantıda, “krizde bize bir şey olmaz” havalarıyla kibrini sergilemeye kalkan Ali Babacan’ın şahsında AKP hükümetine ilk yumruğu, uzun kollarıyla direk dışarıdan çalışan Biden çaktı: Biz balinayız…

Yani?

“Sen ne kadar efelenirsen efelen, haddini bileceksin. Bu sularda hâlâ biz ne dersek o olur ve sakın yanlış yapayım deme, biletini kesiveririm!”

İsteyen bunu böyle açık bir ikaz, bir tehdit, şantaj diye anlasın, isteyen başka şekilde, neticesinde Ali Babacan susmak zorunda kaldı.

Sonra, ikinci yumruk, içeriden çalışan Koç’tan aparkat şeklinde geldi.

“Bu defaki kriz bizi teğet bile geçmeyecek!” diye konuşan RTE’nin çenesinde patlayan bir aparkattı bu…

Başbakan’a iktisat dayağı atan Rahmi Koç, Avrupa’daki krizin Türkiye’yi etkileyeceğini belirtip, “Devir, bizi teğet geçti devri değildir!” demek suretiyle, Başbakan’a adeta, “şu çeneni kapat!” demiş oldu.

Türkiye’nin ticaretinin yüzde 60’ının AB ülkeleriyle olduğunu işaret eden Koç, “Onların getirdiği yavaşlatma, sıkıntı, hepimizi etkileyecektir. Çok dikkatli olmamız lazım. Hükümetimizin de gerekli tedbirleri hadiselerin önüne geçerek alması lazım. Bu devir bizi teğet geçti devri değildir!”

Ne kadar açık konuşmuş değil mi?

“Çene yapacağınıza, hadiselerin önüne geçip, tedbirleri alın” diye akıl vermiş.

İyi de, Koç olup, para sahibi olmak, haklı olmayı gerektirmiyor.

AKP, hadiselerin önüne geçip, nasıl tedbir alacak?

Koç, RTE’ye yazdığı mektupta, “sağlık da demokrasi gibidir, kıymetini bilmek gerek!” diyerek, çözümü en başından çıkmaz sokağa kendisi sokmuş oluyor zaten.

Kriz, demokrasilerin, kapitalizmin, liberalizmin krizi ve bu krizin çaresi, bunlardan kurtulmakla gerçekleşecek.
 
Başyücelik Devleti’yle…

“Sermaye ve mülkiyette tedbir”ci ve ziraata dayalı yeni kalkınma modeliyle. Yeni bir ahlâkla ve bu ahlâkın dünyaya hâkim kılınmasıyla. Bu ahlâka göre yeniden şekillenmesi gereken üretim ve tüketim ilişkileriyle. Teknolojiyi, rekabetin bir unsuru olarak kullanıp, tüketebileceğinden fazla üretip, bunu da satmak için modern kölelerden müteşekkil tüketici toplumları öngören Batıcı ahlâksızlığı reddetmekle başlamalı ilk önce işe. Hem tüketeceğinden fazla üretiyor ve “insan”ı, tüketici olmaya zorluyor, hem de üretim çarklı içinde kullandığı teknoloji, milyonlarca insanın işsiz kalmasına yol açıyor aynı zamanda. Bütün bunları yerli yerine oturtacak bir anlayış, bir ruh ve sistemden bahsediyoruz.

Bunun siyasette karşılığı da devlet yönetiminin, milletin içinden çıkmış en yüceler tarafından ele alınması demek olan, Başyücelik Devleti.

Siyasetin iktisattan ayrılmaz bağları içinde, tabi bütün bunların da hukuk, sanat, ahlâk ve sair irtibatları içerisinde yepyeni bir sistem teklifi çerçevesinde ele alınması ile mümkün olabilecek bir davadır, hadiselerin önüne geçip tedbir almak.

İşte, buradan söylüyoruz, hadiselerin önünde olmanın verdiği rahatlıkla; yolunuz çıkmaz yol. Bu yolda devam ederseniz, ne kadar çabalarsanız çabalayın, uçurum ve felâkete götürüsünüz milleti ancak.

Demedi demeyin.

Yolunuz felâket!

Çâre ise Başyücelik Devleti, İBDA…

Çağımızda insan ve toplum meselelerini hakikatin hakikatine göre çözmenin “nasıl” ve “niçin”ini gösteren, bunun “Remz Şahsiyet”i Salih MİRZABEYOĞLU!

Yani?

Bırakın teğet geçmeyi, ya toptan delinip yok olacağız veya alternatifi olmayan tek alternatifle kendimiz ve bütün insanlık için çâre sunacağız!


NOT: Demokrasi deyince, şu son AB görüşmelerinde, Avrupa’nın olduğu gibi Almanya vesayetine bırakılışı ve buna “hayır” diyen İngiltere ile AB’nin yollarının ayrılışını Koç nasıl yorumluyor acaba? “Yaşasın demokrasi!” diye slogan atmış mıdır?

Dergimiz
Sayı: 7 (13 12 2011)
www.Dergimiz.Net

15 Aralık 2011 Perşembe

DÜŞMANINI TANI

Kapitalizmin altın kuralı: Kriz yeni fırsatlarla beraber gelir.

Mao da “düzensizlik iyidir” demiyor mu?

Eyvallah.

Kriz bizim için de fırsat demek.

El ile gelen düğün, bayram…

Körün istediği bir göz, Allah vermiş iki…

Madem Yahudi-Hıristiyan Emperyalizmi krizde, işte bize büyük bir fırsat, emperyalizmi darmadağın etmek, bir daha dünyanın başına belâ olamamacasına, bâs’u bâdel mevtsiz bir ölümle tarihe gömmek için büyük bir avantaj…

Zayıflamış ve kendi iç meseleleriyle boğuşmakla büyük enerji harcamaya başlamış bir düşman, kolay düşmandır.

Peki bu nasıl olacak?

Hani derler ya, herkes kendi evinin önünü süpürürse, bütün sokak, hatta bütün ülke, hatta bütün dünya tertemiz olur.

Yani emperyalizmden kurtulmanın yolu da aslında bu kadar basit. Herkesin kendi evinin önünü süpürme şuuruna ulaşmasıyla. Emperyalizmin taşıdığı pisliği herkes kendi evi önünde tanır ve o pisliği emperyalizm adına evlerimizin önüne içine kadar taşıyan işbirlikçileri teşhis eder ve o işbirlikçilere hadlerini bildirirsek, emperyalizmin köküne de kibrit suyu dökmüş oluruz.

Yani, Amerika ile savaşmak ve onu yok etmek için illâ 11 Eylül’de olduğu gibi Amerika’ya gitmeye gerek yok. Amerika’nın içimize nasıl sızdığını, bizi içimizden nasıl ele geçirdiğini, bunun için kimleri kullandığını anlar ve o kullanılanların, işbirlikçilerin söz sahibi olmalarına müsaade etmezsek, bu iş tamamdır.

Amerika, bizden gözüken işbirlikçilerine, söz sahibi olmalarına müsaade etmemiz sayesinde bizim üzerimizde tahakkümünü kurabiliyor. İşte, herkes bu işbirlikçileri tanır ve bunların kendi üzerinde söz sahibi olmasını engellerse, bu iş tamamdır.

O hâlde mesele, işbirlikçileri tanımak ve onların kendi üzerimizde söz sahibi olmalarına müsaade etmemek.

Ve, düşmanını tanımak.

Filozofun, kapı üzerine, “kendini tanı!” diye yazması misâli, biz de kapıların üzerine, “düşmanını tanı!” diye serlevhâlar assak, yeri…

Esas hasmı tesbit etmek.

Öyle ya, hayatta insanın bir çok hasmı varken, milletlerin bir çok hasmı varken, içlerinden bir tanesi öne çıkar, ölümcül tehlike arzeder, yakın tehlike arzeder, veya kendisini perdeler, başka suretlerde gözükür, esas hasım olarak deşifre edilmemek, hedef tahtasına oturmamak için elinden geleni yapar.

Bunda da en büyük yardımcısı içimizden devşirdiği işbirlikçileridir. Düşman, kendisini bizden gözüken hainler, işbirlikçileri eliyle perdeler. Kendi politikalarını, sanki bunları biz talep etmişiz gibi, bizden gözüken işbirlikçilerine icrâ ettirir.

Madem demokrasi var ve madem yöneticilerimizi biz seçmekteyiz, o hâlde bu politikaların gerçekleştirilmesini de biz talep etmiş oluyoruz.

Düşmanını tanı!

Düşmanın kendisini nasıl perdelediğini, kimlerle perdelediğini tanı.

İşi teorik gevezelikler plânında bırakıp, düşmanın adını koymamak olmaz. Hani geçen sayımızda Rasim’in karikatürünü hatırlarsınız. Hakikati ifâde etmeyen-susan, üç maymun içinde en alçağıdır. Hakikati, bütün çıplaklığı ile ifâde etmek gerekir, ondan bir şey eksiltmeden, ona bir şey eklemeden. (İş nereye gidiyor, görüyorsunuz değil mi? Tenzih şuuru!)

Düşmanını tanı!

Bir Müslüman için işin hak plânında ifâdesi şudur: “Küfrün kaynağını bilmeyen, gerçek imanda olamaz!”

Bana düşmanını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim…

Düşman kim?

Gayet basit, emperyalizmle kim işbirliği yapıyorsa, emperyalizm tarafından İslâm ülkelerine kim örnek gösteriliyorsa, Anadolu’yu emperyalizmin menfaatleri adına hâlihazırda kim yönetiyorsa, düşman da o.
Yani?

Yani Ilımlı İslâm…

Yani Allahsız İslâmcılık…

Yani AKP, Fetullah ve bunlara eklemlenen kim varsa, derece derece onlar.

Emperyalizmle yakınlaşıp, emperyalizmle işbirliğine girdikçe Allah’tan uzaklaşanlar.

Ölçü malum, “kişinin namazına, orucuna değil, parayla olan muamelesine bakın!”

Ve bir başka hikmet:

“düşmanın üstüne gidemiyorsan eğer
eğer “yaradandan” çok korkuyorsan ondan
kölece de olsa yaşama tutkun
aşkınsa yaradana sevginden
ve fikir dediğin eğer
kaçanın can simidi
kuş tüyünden bir yataksa
öfkeden ıraksa
sığınaksa
ve inanç dediğin
yürüyeni durdurmaksa
sen! kötü kadından beter
git kuyruk salla düşmanına
yaran, zararsızlığını göster
ve seyret elde silah döğüşeni” (Salih Mirzabeyoğlu – Aydınlık Savaşçıları’ndan)

İşbirlikçiliğin, parayla muameledeki sapmaların, düşmanın üzerine gidemeyişe nasıl sebep olduğu veya düşmanın üzerine gidemeyende bunların nasıl ortaya çıktığı üzerinde duracağız…

Dikkat; emperyalizmi yıkmanın yolu, emperyalizmle olan bağları koparmaktan geçer derken, bunun dış yüzden ifadesi, işbirlikçileri ile olan bağları işaret eder ve işbirlikçilerin deşifresini, ifşâını gerektirirken, bunun mümkün olması da iç temizlikle alâkalı. İçeride bir şey olmalı ki dışa aksedebilmeli. Emperyalizmi işbirlikçileri sadedinde de hedef alabilmeli.

Düşmanını tanı!

Seni o hedeften saptırabilecek bütün iç ve dış tesirlerin üstesinden gelmeyi bilmek; işte ihtilâlci keyfiyet.

Seyfi ÇABUKEL

dergimiz.net, Sayı: 6 (6 ARALIK 2011)
www.Dergimiz.Net

ŞEYTANIN ERİ MÜSLÜMANLAR(!)

Enflasyon patladı.

Dolar uçuşa geçti.

Şikayetler her geçen gün daha da artmakta.

AKP, tedbir niyetine milletin sırtına daha fazla yük bindirmekten, elde avuçta ne kalmışsa satıp savmaktan başka çare ortaya koyamıyor. İşte, şeker sektörü de tamamen özele peşkeş çekilip, stratejik bir sektör daha tamamıyla piyasa denen canavarın eline teslim edilecek.

Üstad, “Püf Noktası” adlı tiyatro eserinde buna işaret etmiş, piyasa denen canavarın ne denli tehlikeli bir şey olduğunu vurgulamıştır.

Çare sadedinde, bir de turizmi patlatacaklarmış. Bizdeki haliyle, Batılı pisliklerinin cinsi arzularını ucuz yoldan tatmin etmeleri demek olan turizmi. Biliyoruz ki daha önceleri çocuklara yönelik sapıklıklarını tatmin edebilmek için Tayvan gibi ülkelere giden sapık Batılılar, artık ülkemize gelmekte.

Çare, Açık Toplum olmak, her şeyini Batı’ya açmak.

Topraklarını, askeri üs için açacaksın.

Vatanının kapılarını, komşularına saldırmaları için işgal askerlerine açacaksın.

Siyasetini, istedikleri gibi yönlendirmelerine açacaksın.

Kültürünü, istedikleri gibi bozmalarına açacaksın.

Sanatını, istedikleri gibi süflileştirmelerine açacaksın.

Yetmeyecek, ırzını, namusunu da açacak, hizmetlerine sunacaksın. Cebine de üç-beş kuruş girecek, bu da AKP’nin büyük iktisadi başarısı olacak. Hani, RTE her vesileyle, “Hakka hizmet, halka hizmettir!” diyor ya, işte o hesap… Halka hizmetten ne anladığını da aslında ta yıllar öncesinden, belediye başkanlığı döneminde ortaya koymuştu ki, işte ta o zamanki hallerine şahitlikten, bu günlerine ışık tutacak bir şiir, Salih Mirzabeyoğlu’nun “Münşeat”ından:

HAK VE HALK (2)
- “Halka hizmet Hakka hizmettir!”
bir zamanlar İstanbul’un
pırıl pırıl yaptılar genelevlerini
şeytan’ın eri Müslümanlar(!)
“gerçekçi” oldular – hedef istiyordu okları
sonradan büsbütün ortaya çıktı – gerçekçilikleri!

Halka hizmet Hakka hizmettir ya
Hakka hizmet Hakka itaattir
böyle emretsin – ruhun!- nefse
halka öğretsin itaati Hakka
ve sonra kölesi olsun halkın!

Şiirin ikinci bölümündeki Büyük Hakikat ayrı mevzu, biz dönelim AKP’nin “açma” mecburiyetine…

Açmazsan ne olur?

Açmazsan, Irak veya Libya olursun.

Yaman Törüner, Libya’da bundan sonra neler olacağını, şöyle özetlemiş:

“Yabancı özel sektör şirketlerinin ülkeye girmesiyle, ülkenin eğitimli iş gücü kolayca iş bulacak. Zaten, Libya’daki eğitimli insan gücü göz kamaştırıyordu. İşsizlik oranı çok süratle düşecek, ülke önce dışarıya, sonra da turizme açılacak. Siyasi partiler oluşturulacak; ülkeye demokrasi gelecek.

Ülkede daha çok petrol çıkarılacak ama petrolden elde edilen kârın büyük bölümü yabancı büyük şirketlere gidecek. Ülkede şimdiye kadar özel sektörün varlığına izin verilmemişti. Şimdi bir özel sektör ve yabancı yatırımcı patlaması yaşanacak. Libya ekonomisi ve vatandaşları da kapitalist ekonominin vahşi gücü ve tüketim ekonomisi ile tanışacak. Ülkeye ilk giren yabancı şirketler, bankalar olacak.

Bunca zenginliğe rağmen, sonunda orada da ekonomik krizler baş gösterecek. Kamu açıkları ve dış borçlarla karşılaşılacak. Bunlarla başa çıkabilmek için, özelleştirmelere başvurulacak.

Kulübümüze hoş geldin Libya!” (29 Kasım 2011, Milliyet)

Sayın Törüner, aslında şunu da söylemiş oluyor: Türkiye gibi ülkeler, Batı saldırısına maruz kalmıyorsa, bunun sebebi, Batı’nın Libya ve benzerlerine zorla yaptırdığına, bizim gönüllü olarak talip olmamız sâikiyledir. (Görünüşte Batı’ya hayır derken, aslında nasıl bir kabulleniş içinde olup “evet” dedikleri ve her “hayır”ın aslında “hayır” demek manasına gelmeyeceği de aşağıda.)

Yani, “gönüllü kölelik”…

Bizi yönetenler, Batı’nın çıkardığı çizmeleri giymişler ve Batı adına karar almaktalar, Müslüman Anadolu ahalisi adına değil.

Misal, “Terörizmin Önlenmesi Hakkında Kanun”…

Davidson, Almanya’da Türkleri katledenlerle, Afganistan’da vatanlarını NATO eşkıyalığına, işgale karşı müdafaa edenleri aynı “terör” kefesine koyduğunu ilân ediyorken, yani dünyayı Batı merkezli kültür ve medeniyet okumasıyla, bir oryantalist edasıyla algıladığını itiraf ederken… (Şimdi burası, üstteki şiirin ikinci bölümünü hatırlamanın yeri. “Halk” algılamalarındaki yanlış, Batıcı değerler tarafından zihinlerinin nasıl iğfal edilmiş olduğunu göstermekte. Lafta Batı’ya karşı olmak, “biz farklı bir medeniyetiz” demek yetmez, bu iğfale maruz kalmamaya. Burada da aklımıza, Güneş Taner’in bir zamanlar giydiği “No, no, no…” yazan tişörtü geliyor. Her seferinde daha da küçülen “hayır”lar. Şeytanın erlerinin Batı karşısındaki tavırları, Batılı bir genç kızın aşığına karşı naz halini anlatan o tişörtü tedai ettirmekte bize…) Yukarıda mezkur yasayı çıkarmamızı en çok arzulayanın CIA denen eşkıyalık merkezi olduğunu bilmek insanı şaşırtmaz. Böylece, Amerika’nın istekleri doğrultusunda, Amerika, “ben şunun benim için terör yapmasından şüpheleniyorum!” dediği anda, o kişinin bütün mal varlığına el konulabilecek. Mahkeme kararı olmadan.

Bu yasanın çıkartılması insanı şaşırtmaz da, bu Allahsız İslamcı işbirlikçi hain tayfanın hâlâ bizden zannedilmesi bizi şaşırtır. Nasıl oluyor da bir Müslüman, bunca ihanete rağmen bu tuzağa düşüveriyor?

Adamlar, resmen, Allah’a düşmanlık edenlerin, Allah’a savaş açanların isteklerini, her sahada olduğu gibi iktisadi sahada da karşılamak adına, ne hak, ne hukuk tanımayacaklarını ortaya koyup ve Müslüman Anadolu’yu ırzı ve namusu dahil her şeyiyle Yahudi ve Haçlılara peşkeşe çekmeyi de büyük başarı olarak pazarlayabilmekteler.

Asıl mucize bu, tersine mucize…

Allah Resulü’nün nurundan uzaklaşmanın insanı nerelere kadar sürükleyebileceğini gösteren dehşet tablosu.

Bu tersine mucizenin elebaşı da AKP ve RTE olmak üzere, diyebiliriz ki, “bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete!”

Şeytanın erleri, bütün ümitlerini bağladıkları Batı ile beraber batmaktadır. Kıyamet, o kıyamet.


dergimiz.net Sayı: 6 (6 ARALIK 2011)

www.Dergimiz.Net