Daha biraz önce, TV’de, Babacan’ın büyükelçilere, AB’nin nasıl bir batağa saplandığını, buna rağmen Türkiye’de işlerin nasıl iyiye gittiğine dair seminer verdiğine dair bir haber geçti.
Batan gemi…
Bir zincir nasıl en zayıf halkası kadar kuvvetliyse, liberal kapitalist iktisadi nizam da ilk başta, emperyalist Batı’ya entegre olmaya çalışan çevre ülkelerdeki krizlerle batış alâmetleri göstermeye başlamıştı. Zira liberal kapitalist sistem ancak emperyalizmle kuvvet bulabilirdi ki, Batı’ya eklemlenmeye çalışan çevre ülkeler, emperyalizm noktasında Batı kadar ilerlememiş olduklarından, krize dair ilk alâmetlerin buralarda tezahür etmesi normaldi. Geminin ilk su alan bölümleri… (Diğer taraftan, emperyalizmin olabilmesi için, birilerinin sömürmesi yanında, birilerinin de sömürülmesi lâzım ki, bu çevre ülkelerinin zaten Batı gibi olmaya başlamaları demek, sistemin çökmesi demek. Ki, bu günkü krizin sebebi biraz da burada. En azından, Irak’ın kahraman lideri Şehid Saddam Hüseyin’in, sömürülmeye karşı isyan bayrağını açarak, sömürü zincirini kırmaya dair attığı ilk adım ve bu yönde dünyaya örnek oluşturması, Batı adına kötü neticeler doğurmaya devam etmekte. Hem başkalarının sömürülmeme iradelerini ortaya koymaya teşvik için Batı adına kötü bir örnek, hem de Batı’nın güvenlik harcamalarını kontrolsüz bir şekilde artırması bakımından ayrıca bir felâket.)
Esas mevzua dönecek olursak, kapitalist yağma düzeni ilk olarak Türkiye gibi çevre ülkelerde su almaya başlamışken, bu gün artık Batı, yani sistemin merkezi sulara gömülmeye yüz tutmuş, suların dalgalanmasından kaynaklanan bu denge değişimi saikiyle, Türkiye gibi ülkelerin gemide bulundukları yer itibariyle görece olarak su seviyesinden biraz yükselmiş olmakla, “durumumuz çok iyi” hayaline sebep olduğu anlaşılıyor. Hani Titanic filmindeki manzara; nasıl o koca gemi tepe üstü dibe doğru gittiyse, geminin dengesi değişip, artık batış kaçınılmaz hâle gelince, daha önce su basan bölgeler, bu denge değişiminden dolayı yükselmeye başlayıverir, sular bir â için çekilir. İyi de bu iyileşme değil, bilakis geminin batışının kaçınılmaz bir noktaya gelmesine işaret eden bir durumdur aslında.
Daha önce de ifâde ettiğimiz gibi, AKP’nin Batı’ya eklemlenmeye dair politikalarını batan geminin bir kamarası farz edecek olursak, kamaranın az su alması veya çok su alması kıyası ile ekonomiyi değerlendirmek gibi bir absürdü izah içindeler. Bir parçası olduğun gemi batarken, senin bulunduğun kamara az su alsa ne, çok su alsa ne? Gemiden ayrılmak, ayrılmayı düşünmek yerine, kamaraya daha az su aldırmayı başarı olarak sunan hükümetimizin bu sözde başarısını ve bu cinnet hâlini başarı olarak görmek akıllara sezâ…
2012’ye, işte böylesi bir cinneti düğün-bayram olarak sunan bir hükümetin idaresi altında giriyoruz.
Peki nedir 2012’nin özelliği?
2012, hayâllerimizi bile aşacak olan şok gelişmelerin yaşanacağı bir yıl… Zamanın hızlanması hakikatine istinaden, peş peşe öyle gelişmeler yaşayacağız ki, bu geçmiş devirlerin yüzyıllarına denk gelecek bir yoğunluk ifâde edecek.
Bizce 2012, bütün pamuk ipliklerinin kopacağı, bütün sahte dengelerin alt üst olacağı, bütün bu aklı selim sahibi gözükerek halkı kandırıp iktidar koltuklarını işgal eden, aslında cinnet geçirenlerin artık akıl hastanelerine tıkılmaları gerektiğinin halk nazarında da alenen karara bağlanacağı yıl olacak.
Aynı zamanda savaş yılı, işte Suriye, İran, İsrail vs… Ve ABD’nin çekilmesiyle birlikte bütün o ertelenen hesapların gündeme geldiği Irak…
Peki batan gemide durum ne?
Avrupa Merkez Bankası, gemiyi batmaktan kurtarmak için, bankalar açıklarını yamayabilsin diye, 3 yıllığına yüzde 1 faizli para verdi. Verdi de 300 milyar Avro veririz diye hesap ederlerken, 532 banka, toplamda 482 milyar Avro borçlandı…
Evdeki hesap ne, deliğin çapı ne!?.
2012’nin ilk çeyreğindeki para ihtiyacının ise 730 milyar Avro olduğu söyleniyor.
Hani işler iyiye gidiyor ya, çok değil, şunun şurasında birkaç ay bir şey kaldı. Bakalım o gün geldiğinde, o eşsiz yüzsüzlükleriyle ne yalanlar söylemeye başlayacaklar.
Fransa’da, Ermeni soykırımı yapmadığımızı söylemenin yasaklanmış olmasına karşı, Sarkozy’yi verdiği sözü tutmamakla suçlayıp, siyasette doğruluğun, söylediklerinin arkasında durmanın ne kadar gerekli olduğunu söyleyenlere, biz de o gün bu günkü söylediklerini hatırlatacağız elbette.
Ama biliyoruz ki, bunlar, Batı’yı örnek alıp, Batılılaşacağız derken, Batı’nın o çok kirli yüzünü, iki yüzlülüğünü de aldılar; insanların gözleri içine baka baka pişkince yalanlar söylemeyi.
Yoksa bir Müslüman yalan söyler mi?
Müslümanlarsa, yalan söylüyor olacaklar; yok inanarak söylüyorlarsa -ki durum onu göstermekte-, İslâm karşısındaki durumları apaçık; “Mürted”…
Biz, bize emrolunduğu üzere, kişiyi, namazı orucuyla değil de, para ile olan ilişkisi üzerinden değerlendiririz. Kendilerine, milletin menfaati adına kullanmaları için teslim edilen kaynakları nasıl ve ne biçimde, kimlerin menfaatine dair, hangi ahlâk, anlayış ve sistem içinde tasarruf ettiklerine bakarak…
AKP’nin, bu emaneti, kendisinden öncekilerden temelde farklı bir istikamet ve anlayışta tasarruf ettiğine dair bir durum vaki değil. Bir iki küçük istisnai durum, görüntüyü kurtarmaya, ağızlara bir parmak bal çalmaya dair yapılanlarsa, kahve siyaseti zaviyesinden hadiseleri değerlendiren ve muhatabı da bu olan goygoycular, menfaatçiler ve parsacılar nazarında takdir edilebilir ancak. Bizim gözümüz “hep”te ve “hep”in olmadığı yerde, “hiç”ten başka bir şey olmayacağı, “hep” yerine sunulan bir kısım şeylerinse aslında o beklenen ve özlenen “hep”in yolunu kesmek, gelişine mani olmak adına emperyalizm tarafından empoze edilen şeyler olduğunu biliyoruz. Sosyal Riski Azaltma projesi dâhilinde milletten çaldıklarının bir kısmını, en alt gelir grubundakilere tekrar iâde etme kararı almalarındaki gibi. Yoksa, tezgah büsbütün bozulacak. Altın yumurtlayan tavuğu kesmiş olacaklar… Burada “tavuk” yerine konanın Türk Milleti, kümesin başında görevlendirilenlerin ise AKP olduğunu ifâde edelim. Kümesten ne kadar çok verim alır, emperyalizmin gelirini arttırırlarsa, kendileri de o oranda primle ödüllendirilecekler. “Üstün Cesaret”lerinden…
Dergimiz / Sayı: 9 (27 - 12 - 2011)
www.Dergimiz.Net