sancak yine salınsın

o burçta

devir putlarını çağın

bir vuruşta

yaman ol yine yaman

-dileyene kadar aman-

hesap soruşta. (S.M. Aydınlık Savaşçıları'ndan)

31 Aralık 2011 Cumartesi

BATAN GEMİDEN CİNNET MANZARALARI

Daha önce ifade etmiştik, AKP iktisadı, batan gemideki cinnet manzarasından farksız.

Daha biraz önce, TV’de, Babacan’ın büyükelçilere, AB’nin nasıl bir batağa saplandığını, buna rağmen Türkiye’de işlerin nasıl iyiye gittiğine dair seminer verdiğine dair bir haber geçti.

Batan gemi…

Bir zincir nasıl en zayıf halkası kadar kuvvetliyse, liberal kapitalist iktisadi nizam da ilk başta, emperyalist Batı’ya entegre olmaya çalışan çevre ülkelerdeki krizlerle batış alâmetleri göstermeye başlamıştı. Zira liberal kapitalist sistem ancak emperyalizmle kuvvet bulabilirdi ki, Batı’ya eklemlenmeye çalışan çevre ülkeler, emperyalizm noktasında Batı kadar ilerlememiş olduklarından, krize dair ilk alâmetlerin buralarda tezahür etmesi normaldi. Geminin ilk su alan bölümleri… (Diğer taraftan, emperyalizmin olabilmesi için, birilerinin sömürmesi yanında, birilerinin de sömürülmesi lâzım ki, bu çevre ülkelerinin zaten Batı gibi olmaya başlamaları demek, sistemin çökmesi demek. Ki, bu günkü krizin sebebi biraz da burada. En azından, Irak’ın kahraman lideri Şehid Saddam Hüseyin’in, sömürülmeye karşı isyan bayrağını açarak, sömürü zincirini kırmaya dair attığı ilk adım ve bu yönde dünyaya örnek oluşturması, Batı adına kötü neticeler doğurmaya devam etmekte. Hem başkalarının sömürülmeme iradelerini ortaya koymaya teşvik için Batı adına kötü bir örnek, hem de Batı’nın güvenlik harcamalarını kontrolsüz bir şekilde artırması bakımından ayrıca bir felâket.)

Esas mevzua dönecek olursak, kapitalist yağma düzeni ilk olarak Türkiye gibi çevre ülkelerde su almaya başlamışken, bu gün artık Batı, yani sistemin merkezi sulara gömülmeye yüz tutmuş, suların dalgalanmasından kaynaklanan bu denge değişimi saikiyle, Türkiye gibi ülkelerin gemide bulundukları yer itibariyle görece olarak su seviyesinden biraz yükselmiş olmakla, “durumumuz çok iyi” hayaline sebep olduğu anlaşılıyor. Hani Titanic filmindeki manzara; nasıl o koca gemi tepe üstü dibe doğru gittiyse, geminin dengesi değişip, artık batış kaçınılmaz hâle gelince, daha önce su basan bölgeler, bu denge değişiminden dolayı yükselmeye başlayıverir, sular bir â için çekilir. İyi de bu iyileşme değil, bilakis geminin batışının kaçınılmaz bir noktaya gelmesine işaret eden bir durumdur aslında.
 
Daha önce de ifâde ettiğimiz gibi, AKP’nin Batı’ya eklemlenmeye dair politikalarını batan geminin bir kamarası farz edecek olursak, kamaranın az su alması veya çok su alması kıyası ile ekonomiyi değerlendirmek gibi bir absürdü izah içindeler. Bir parçası olduğun gemi batarken, senin bulunduğun kamara az su alsa ne, çok su alsa ne? Gemiden ayrılmak, ayrılmayı düşünmek yerine, kamaraya daha az su aldırmayı başarı olarak sunan hükümetimizin bu sözde başarısını ve bu cinnet hâlini başarı olarak görmek akıllara sezâ…

2012’ye, işte böylesi bir cinneti düğün-bayram olarak sunan bir hükümetin idaresi altında giriyoruz.

Peki nedir 2012’nin özelliği?

2012, hayâllerimizi bile aşacak olan şok gelişmelerin yaşanacağı bir yıl… Zamanın hızlanması hakikatine istinaden, peş peşe öyle gelişmeler yaşayacağız ki, bu geçmiş devirlerin yüzyıllarına denk gelecek bir yoğunluk ifâde edecek.

Bizce 2012, bütün pamuk ipliklerinin kopacağı, bütün sahte dengelerin alt üst olacağı, bütün bu aklı selim sahibi gözükerek halkı kandırıp iktidar koltuklarını işgal eden, aslında cinnet geçirenlerin artık akıl hastanelerine tıkılmaları gerektiğinin halk nazarında da alenen karara bağlanacağı yıl olacak.

Aynı zamanda savaş yılı, işte Suriye, İran, İsrail vs… Ve ABD’nin çekilmesiyle birlikte bütün o ertelenen hesapların gündeme geldiği Irak…

Peki batan gemide durum ne?

Avrupa Merkez Bankası, gemiyi batmaktan kurtarmak için, bankalar açıklarını yamayabilsin diye, 3 yıllığına yüzde 1 faizli para verdi. Verdi de 300 milyar Avro veririz diye hesap ederlerken, 532 banka, toplamda 482 milyar Avro borçlandı…

Evdeki hesap ne, deliğin çapı ne!?.

2012’nin ilk çeyreğindeki para ihtiyacının ise 730 milyar Avro olduğu söyleniyor.

Hani işler iyiye gidiyor ya, çok değil, şunun şurasında birkaç ay bir şey kaldı. Bakalım o gün geldiğinde, o eşsiz yüzsüzlükleriyle ne yalanlar söylemeye başlayacaklar.

Fransa’da, Ermeni soykırımı yapmadığımızı söylemenin yasaklanmış olmasına karşı, Sarkozy’yi verdiği sözü tutmamakla suçlayıp, siyasette doğruluğun, söylediklerinin arkasında durmanın ne kadar gerekli olduğunu söyleyenlere, biz de o gün bu günkü söylediklerini hatırlatacağız elbette.

Ama biliyoruz ki, bunlar, Batı’yı örnek alıp, Batılılaşacağız derken, Batı’nın o çok kirli yüzünü, iki yüzlülüğünü de aldılar; insanların gözleri içine baka baka pişkince yalanlar söylemeyi.

Yoksa bir Müslüman yalan söyler mi?

Müslümanlarsa, yalan söylüyor olacaklar; yok inanarak söylüyorlarsa -ki durum onu göstermekte-, İslâm karşısındaki durumları apaçık; “Mürted”…

Biz, bize emrolunduğu üzere, kişiyi, namazı orucuyla değil de, para ile olan ilişkisi üzerinden değerlendiririz. Kendilerine, milletin menfaati adına kullanmaları için teslim edilen kaynakları nasıl ve ne biçimde, kimlerin menfaatine dair, hangi ahlâk, anlayış ve sistem içinde tasarruf ettiklerine bakarak…

AKP’nin, bu emaneti, kendisinden öncekilerden temelde farklı bir istikamet ve anlayışta tasarruf ettiğine dair bir durum vaki değil. Bir iki küçük istisnai durum, görüntüyü kurtarmaya, ağızlara bir parmak bal çalmaya dair yapılanlarsa, kahve siyaseti zaviyesinden hadiseleri değerlendiren ve muhatabı da bu olan goygoycular, menfaatçiler ve parsacılar nazarında takdir edilebilir ancak. Bizim gözümüz “hep”te ve “hep”in olmadığı yerde, “hiç”ten başka bir şey olmayacağı, “hep” yerine sunulan bir kısım şeylerinse aslında o beklenen ve özlenen “hep”in yolunu kesmek, gelişine mani olmak adına emperyalizm tarafından empoze edilen şeyler olduğunu biliyoruz. Sosyal Riski Azaltma projesi dâhilinde milletten çaldıklarının bir kısmını, en alt gelir grubundakilere tekrar iâde etme kararı almalarındaki gibi. Yoksa, tezgah büsbütün bozulacak. Altın yumurtlayan tavuğu kesmiş olacaklar… Burada “tavuk” yerine konanın Türk Milleti, kümesin başında görevlendirilenlerin ise AKP olduğunu ifâde edelim. Kümesten ne kadar çok verim alır, emperyalizmin gelirini arttırırlarsa, kendileri de o oranda primle ödüllendirilecekler. “Üstün Cesaret”lerinden…

Dergimiz / Sayı: 9 (27 - 12 - 2011)
www.Dergimiz.Net

23 Aralık 2011 Cuma

"FRANSA’YLA RESMEN KÜSTÜK"

Fransa, “Türkler Ermenilere soykırım” yaptı yalanını kabul etmeyenlere hapis ve para cezası öngören yasayı meclislerinden geçirdi.

RTE’ye baktık, yine aslan parçası, kükrüyor. Fransa’ya karşı bazı tedbirler uygulanacakmış…

Fransa meclisinde böyle bir kararın çıkması, AKP hanesine yazılacak üstün bir diplomasi başarısıdır ki bu üstün diplomasi başarısı(!) karşısında ancak zaten böyle kükremeler vaziyeti kurtarabilirdi. Ama Batılılar buna alıştı artık, fazla ciddiye almıyorlar. Kıbrıslı Rumlar dahi, “Bırakın kükresin, bir şey yapmaz!” demişlerdi. Hani, bunun Türkçesi, “havlayan köpek ısırmaz!” demektir, afedersiniz…

RTE’nin Fransa misalinde olduğu gibi, yakın zamanda böylesi kükremelerine(!) son zamanlarda sıklıkla, özellikle İsrail bağlamında şahit olduk. En son, Mavi Marmara şehidleri için benzer bir tedbir paketi açıklamışlardı. Hani, Mavi Marmara katliamı ile ilgili BM bir rapor hazırlamış ve rapor resmen açıklanmadan bir gün öncesinden İsrail tarafından kendi menfaatlerine olacak yönleri öne çıkartılarak basına sızdırılmıştı da, Gül dahi, “Bu raporu kabul etmiyoruz!” demek sorunda kalmıştı. Biz ise daha işin başında, böylesi mühim bir meselenin BM’ye bırakılmasını eleştirmiş ve rapor açıklandıktan sonra AKP’nin açıkladığı tedbirlere “Küstüm Şov!” diye kayda değer bulmadığımızı beyan etmiştik.
(bkz: http://bakiaytemiz.blogspot.com/2011/09/kustum-show-mavi-marmara-sehidlerinden.html )

O gün açıklanan tedbirlerden biri de Akdeniz’de seyrüsefer güvenliğinin sağlanmasıydı ki, şovla realitenin farkı, Gazze’ye giden ikinci konvoya da İsrail’in saldırmasıyla ortaya çıktı ve bu konvoy da İsrail tarafından gasp edilerek, Gazze’ye gitmesi cebren engellendi.

Şimdi de Fransa’ya karşı benzer bir ayran kabartma operasyonu yapılıyor RTE tarafından.

İşte, tam da bu satırları yazarken, konuyla ilgili olarak Habertürk TV’de Ceyda Karan, “Fransa’yla resmen küstük!” demez mi? Eh, yazımızın başlığını da atmış oldu, sağolsun…

Yine tam da bu arada, Fazıl Duygun, Yeni Asya Gazetesi’nin, “İsrail’le Askerî İşbirliği Yine Devrede” diyen manşet haberini Akıncı Genç Özgürlük Platformu’nun face sayfasına koymuş…

Yine biraz önce, RTE, Kanunî’nin zamanının Fransa kralına yazdığı meşhur mektubu okumaktaydı…

Laf tarihten açılmışken, hani serde Maraşlılık da var, şu Fransız işgalini, zulmünü bir kez daha hatırlamak olmazdı elbette. Fransız keferesine ilk kurşunu sıkan Sütçü İmam’ı da… Türk-müslüman kadınının kıyafetine el uzatan Fransız keferesinin üzerine ilk atılıp şehid düşen Çakmakçı Said’i de… Ki, Sütçü İmam, Said’in şehadetine şahid olduktan sonra tabancasının namlusunu kefereye çevirip tetiğe basmıştır. Ve daha nice isimli-isimsiz şehid ve gazi kahramanlar…

Bu satırların yazarı, çocukluğunun en güzel yıllarını, işte o Çakmakçı Said’in adını taşıyan sokaktaki evlerinde ve o sokakta geçirmiştir. Aynı zamanda evlerinin Çaldıran ve Ridaniye Sokak’la olan ilişkisinden dolayı da Yavuz Sultan Selim’e selam ve dua göndermeyi de ihmal etmemesi gerekir. Ve Maraş’ın her kurtuluş bayramında, yani her 12 Şubat’ta, teyzesinin kendilerine dikmiş olduğu mahalli kıyafetleri giyerek, teyze çocukları dahil mahallenin diğer çocuk ve gençleriyle beraber, mahalle çetesi içinde, “resmi geçit”e, törenlere katılmak için can atmıştır. Bu törenlerin en muhteşem anlarından birisi de Sütçü İmam’ın, Fransız keferesini nasıl mıhladığının canlandırıldığı, bütün bir iman şahlanışı ile alkışlanan tiyatral gösteridir. Temsili Sütçü İmam temsili Fansız keferesine Müslüman Türk kadınının kıyafetine el uzatmanın cezasının ne olması gerektiğini hatırlatmak üzere tabancasının tetiğine dokundukça, her patlama sesi bir coşku seline, bir alkış tufanına yol açardı.

Sonra ne mi oldu?

Sonra, Fransa keferesini dost tutmak isteyenler iktidara geldi, belediyelere geldi…

Ne Çakmakçı Said sokak kaldı, ne Çaldıran, ne Ridaniye…

Sokaklara numaralar verildi, ruhsuz, şahsiyetsiz olduğu kadar, ruhu ve şahsiyeti silici ve ruha ve şahsiyete düşmanlığa yol açıcı numaralar. Şimdi artık, Çaldıran yok, Ridaniye yok, Çakmakçı Said yok… Artık adres tarif ederken, “Falanca numaralı sokak” diyoruz, hani eskiler için de, “eski Ridaniye, Çakmakçı Said veya eski Çaldıran Sokak var ya, işte orası!”…

Ve, 12 Şubat’larda, Sütçü İmam’ın Fransız keferesini gebertiş sahnesi programdan çıkarıldı. Fransa’yla dost olunacaktı… Böylesi sahneler, Fransa ile olan dostluk adımlarına zarar verirdi alimallah…
Bütün bunları kim mi yaptı?

AKP kodamanları, Fransa’ya karşı olacağız diyerek Tutsilere, Hutulara, Afrikalara kadar gitmesinler, Sütçü İmam’ları, Çakmakçı Saidleri, Kara Yılan’ları hatırlasınlar, yeter!

KİMİN BÖLGESEL GÜCÜ

Haçlı saldırganlığının Suriye ile hesaplarının tezgaha konulmaya başlaması 2003 senesine dayanıyor.

O zaman Esad, kendisine teklif edilen işbirlikçi rolü reddetmişti.

Şimdilerde ise Suriye’ye karşı saldırının alt yapısı adım adım uygulamaya konuyor.

Suriye ordusundan kaçan askerler Ürdün’de Mossad ajanları tarafından sorgulanıp, Esad rejimine karşı savaşmaya iknâ ediliyor.

Artık CIA kontrolünde olduğu apaçık olan El Cezire tarafından kalabalık bir grup Suriyelinin Katar’a götürülüp, burada nasıl yalan haber uyduracakları, cep telefonu, interneti vs ihanetleri yolunda nasıl en verimli kullanabilecekleri konusunda eğitildikleri de artık bilinen şeylerden.

Tabi işin bir de Türkiye cephesi var.

Birtakım operasyonlarla Amerika’ya karşı unsurları budanan bir TSK var artık. Amerika bugün ne Necip Torumtay benzeri vakaya, ne de yeni bir 1 Mart tezkeresi faciasına tahammülü kalmış olarak, tedbirlerini çoktan almaya başladı ve Suriye işi, güya bölgesel güç olarak Arap Birliği ve Türkiye’ye havale edildi. Taşeron AKP’dir artık.

Hani bölgeye harici güçlerin müdahalesi tepki çekiyor ya, işte bunu fark eden Haçlılar, kendileri yerine taşeronlarını öne sürmekteler. ABD buna, “arkadan liderlik” adını vermiş. Yani arkasına geçtiği kuklalarına yaptıracak kendi yapacaklarını ve bu sayede perde önünde kendisi gözükmediğinden yıpranmamış olacak.

Bu çerçevedeki “bölgesel liderlik” edebiyatı, bir zamanların millî sinema zırvasından farksız. Senaryo dışarıdan, teknik ekipman dışarıdan, akıl, fikir her şey dışarıdan, bir tek oyuncular yerli, o da tartışılır. Bunu adı da “bölgesel güç”…

AKP, eşbaşkanlık/genel valilik vazifesi icabı, HAMAS’ın Suriye’deki karargahını boşaltması için HAMAS’lı yetkililere şantaj yapıyor, tehditler yağdırıyor. Bu tehdit ve şantjların en acı vereni de, Gazze’deki çocuklar için acil gerekli antibiyotik vs. cinsi ilaçlar için aylardır bekletilen HAMAS yetkilisine yapılanı... Davidson’un adamları, “Ya Şam’ı terk edersiniz veya o bebelerinizin ölmesini seyredersiniz!” diye, tarihte eşi görülmemiş alçaklıklara imza atıyorlar.

Tabi bunun yanında Suriye’ye karşı asilerin Türkiye’de konuşlanıp, eğitildikleri ve Suriye içlerine sızarak silahlı eylemler yaptıkları da artık saklanmayan bir gerçek.

Artık Türkiye ile Suriye arasında resmen açıklanmamış düşük profilli bir savaş var derken, bu savaşın resmiyete dökülmesi ve topyekûn karakterini almasının saatinin yaklaştığına dair deliller; füze kalkanın hızla inşa ediliyor oluşu, Amerika’nın İncirlik’e yerleştirdiği insansız casus uçakları ve en son YAŞ toplantısında TSK’nın savaşa hazırlık seviyesinin tartışılmış olması.

Tabi bu arada Amerika’nın Irak’tan çektiği askerlerini Ürdün-Suriye sınırına yerleştirmekte oluşunu da gözardı etmeyelim.

Burada RTE’nin şahsında Haçlı-Yahudi canavarlığının hesabına taş koyan önemli faktörlerden biri HAMAS’ın Suriye tarafından desteklenmesi ki, İsrail’e karşı “Van Minüt” şovuyla kostaklanan RTE, HAMAS’a rağmen Suriye’yi hedef almanın riskine müdrik. Diğer taraftan Ehli Sünnet âlimlerinin Esad’a verdikleri destek ve asileri emperyalizmin menfaatlerine hizmet etmekle suçlamaları…

Bu ehli sünnet âlimlerin en meşhurları da Ramazan El Butî…

RTE bu destekten duyduğu rahatsızlığı İstanbul’daki bir toplantıda açıkça ortaya koymuş ve yılların âlimlerini, cübbe-hırka giymekle alim havalarına girmiş sahtekarlar mealinde bir ifâdeyle suçlamış, alimlere hakaret edip dil uzatmaktan imtina etmemişti.

Tabi Ramazan El Butî’ye ancak dil uzatabilen AKP iktidarı, Cübbeli’ye el uzatmakta gecikmedi…

Savaş geliyor savaş…

Hani savaş istenmez de, elle gelen de düğün bayram.

Madem ikazlar kâr etmiyor ve illâ da arkalarına geçmiş efendileri Amerika ve İsrail’in menfaatleri için savaşı göze aldılar, işin içinde Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma riski de var!



Dergimiz / Sayı: 8 (20 - 12 - 2011)

www.Dergimiz.Net

18 Aralık 2011 Pazar

CÜBBELİ NİÇİN HEDEF?

Cübbeli Ahmet Hoca’nın niçin adi bir yalan rüzgarı estirilerek gözaltına alınıp tutuklandı?

“Adi bir yalan rüzgarı”, çünkü medyaya haberler o şekilde yansıtılıyor ki, Cübbeli kadın pazarlamaktaymış…

Yeni Şafak’tan Fikri Akyüz dahi, bırakın kadın pazarlamasına, O’nun zina yapacağına dahi inanmanın mümkün olmadığını açık yüreklilikle ifâde ediyor. Ve ekliyor Akyüz: “O kadınlar, sakın Cübbeli’nin dini nikahlı eşi olmasın?”

Meselenin bam teli nedir?

Cübbeli’nin almış olduğu tavır. Diyalogculuğa karşı tavrı zaten açık olan Cübbeli, tam da bizim “kasım ayı, kesim ayı!” tesbitimize denk bir noktada, Kasım ayının son haftasında yaptığı sohbette, bu defa açıkça AKP’yi hedef alıyor ve yapılanları “küfür” olarak adlandırıyor.

İşte dananın kuyruğu da burada kopuyor. Yıllar oldu Cübbeli hakkında şantaj kasetlerinin varlığından cümle alem haberdâr iken, bu şantajcılarla ilgili parmağını kıpırdatmayan polis, haliyle Cübbeli bu işi bir şekilde çözmeye teşebbüs ettiğinde, işin içine cinsellik sosunu boca ederek saldırıya geçiyor.

Bunlar iğrenç 28 Şubat taktikleri. Zaten demiyor muyuz; AKP 28 Şubat’ın bir ürünüdür ve asıl derin yapı aranacaksa, AKP’nin kendisidir diye.

Türkiye’de hiçbir önemli davanın sadece “hukuki” olmadığını bilmeyen varsa, “günaydın” diyerek devam edelim ki, Salih Mirzabeyoğlu’na gayri hukuki olarak örgüt liderliğinden ceza verenler, Cübbeli’nin de kendilerine açık ve yakın tehlike arzetmeye başladığını gördükleri ânda, düğmeye basıverdiler.

Aşağıda, Cübbeli’nin iki ayrı konuşmasının çözümlerini bulacaksınız. Birincisi, Habertürk TV’de Yiğit Bulut’la olan programdan:

“Adam bana şantaj yapıyor, karı kızı değil, vaaz etmeyi bırak diyor.

Burada Türkiye’nin geleceği ile ilgili konular var.

Memleketi bekleyen imani noktada 3 tehlike var.

20 sene evvel, bu memlekette “Yahudi-Hıristiyan cennete girebilir” diyen bir hoca çıkmazdı.

Bir Süleyman Ateş çıkmıştı, ona reddiye yazdılar. Şimdi ona reddiye yazanların çoğu bu “Ilımlı Proje”ye imza atmış durumdalar. Şimdi ben de 20 sene sonra bunu söylesem, bana da inanmayın. Bir adam “Yahudi-Hıristiyan cennete girer” diyorsa, havada uçsa da inanmayın. Bütün Kur’ân, Âyet, Hadîs ortadadır. “Yahudi-Hıristiyanlar cennete girecek” diyenler cennete giremez. Kimse bunu bu memlekette bu millete yutturamayacak. Tutmayacak bu projeler. Suyun üstüne çıkan köpük gibi yakında sönecek. İstediğin kadar namuslu geçin, karını kızını kapat! Allah’ın dinini sattın, ayetlerini sattın! En büyük namusumuz dinimizdir! Yüzlerce ayetin hükmünü değiştirdiniz.”

Aşağıda çözümünü verdiğimiz videonun yayın tarihi 9 Aralık. Videoyu youtube’a yerleştiren, “yaklaşık iki hafta önceki sohbetinde” kaydını düştüğüne göre, sohbetin yapılış tarihinin Kasım ayının son on günü içinde olduğunu anlıyoruz:

“Herkes evinden mahallesinden başlasın, bu işi düzeltelim, yoksa bu iş böyle gitmez. Bu hainler bu vatanı böldürene kadar, özerklik bilmem ne adı altında, Siyonizm için bir parçasını koparana kadar, Büyük İsrail’i kurana kadar, kıyamete kadar bırakmaz bu işin sonunu. Biz unutur, hemen eğlenceye dalarız, gavurlar uyumaz. Yüz-iki yüz senenin projesini şimdiden yapmışlar. Bizim 5 sene soranın hesabımız bile yok. Bu vaziyette biz bu işi kazanamayız. Çünkü müslümanlar da gevşedi. “Kafirlerle anlaşalım, laikliğe devam edelim, İslâm’ı karıştırmayalım bir şeye”, bizim(!) Müslümanlar(!) böyle konuşuyor. Biz böyle konuşursak, Allah bizi yardımsız bırakır. Biz Kur’an’dan ayrılamayız. “Din ona karışmaz, buna karışmaz”. Ne demek karışmaz? “Din yönetime karışmaz” demek, “Allah karışmaz” demek. “Allah karışamaz bana” demek. Sen nasıl dersin “Allah karışamaz”… “Allah karışamaz” diyen kâfir olur. Allah her şeye karışır. Müslüman değilsen, dersin. Müslüman nasıl der, “din bize karışmaz”. “Din işi başka, o iş başka, bu iş başka”. Nasıl “iş başka”? Alırsın teröristi, askeri polisi şehit etmiş adamı, beslersin. Din karışsa, çoktan onların kafası gitmişti. Adam oradan, İmralı’dan yönetiyor ortalığı. “Benle anlaşacaksın, anlaşmazsan şunu şöyle yaparım, böyle yaparım”. Yedirirsen, içtirirsen, bir de avukatıyla görüştür. Bir de demeç verdir. Ohooo, din karışmazsa senin kafan böyle karışır. Memleketin böyle karışır. Din karışacak. Kısas var, bu kadar ocağa ateş düştü, bu kadar ana ağlıyor burada. Hakları var! Allah, “hak verdim” diyor onlara. Nasıl affediyorsun, bu zulümdür. Allah’ın indirdiği ile hükmetmezsen ölüm yayılır, fakirlik yayılır. Belalar yayılır. Mayıs yağmuru gibi saçılır. Allah’ın Kurani nizâm nasip eyle, (AMİN sesleri geliyor) İslâmî düzen nasip eyle! (AMİN sesleri geliyor) Mayıştık, uyuştuk, mantar olduk, böyle bakıyoruz, “ya biz namaza gidelim gelelim, daha bir şey lâzım değil” demeye başladık. Biz efendim, “cihad yapamayız, bizim gücümüz yok, kâfirler çok ilerledi, biz en iyisi onlarla iyi geçinelim”, ama iyi geçinemezsin. İyi geçinirsen böyle. (Âyet okuyor) “Onların dinine uymadıkça, gavur olmadıkça, ne Yahudiler ne Hıristiyanlar, asla senden razı olmayacaklar” diyor Kur’an. Ya gavur olmaya karar verelim, hâşâ, ya da bunardan el etek çekelim. Yoksa, “ben Müslüman kalacağım, bunlarla da iyi geçineceğim!”, olmaz diyor Kur’an. “Geçinemezsin, bırakmazlar seni” diyor. Ben ne anlıyorum, siz ne anlıyorsunuz bilmiyorum. Ben, doğruyu söylüyorum, zaten yanlış söylüyorsam Allah nasip etmesin. Doğruyu da söylemedikten sonra sohbet yapmanın bir mânâsı da yok. Hacımız, hocamız bütün Müslümanlarımız yanlış yaptık. Biz yanlış yaptığımızı kabul edelim, biz İslâm’dan ayrıldık. Biz taviz verdik, biz yalakalık yaptık, biz gâvurlarla anlaşmaya kalktık ve bu hâle düştük. Bu suçumuzu ititraf ediyorum ben. Siz de edin. Ve hemen tövbe istiğfar edelim. Bundan sonra İslâm-Kur’ân diyenlerin arkasında gidelim. İslâm-Kur’ân kim diyorsa onun arkasından gidelim. Başka bir şey lâzım değil. Bir kişi, bir kişiyiz. Ne yapalım, Allah Hak’tan ayırmasın. Ne bu yalakalık ya? Bu kadar “İslâmî medya” var, bir tânesi hakkı söylemiyor. Bir tânesi doğruyu söylemiyor, “ya, şu yanlış, bu yanlış” diyen yok. Böyle olmaz. Dost doğrusunu söylermiş. Yok, “sen doğrusun, doğrusun, iyisin” diyen dost olmaz. Allahım, cümlemize sadakat nasip etsin! Ahde vefâ nasip etsin! Dayanamayacağımız imtihanlara tabi etmesin! Allahım imtihanı kazanmak nasip etsin! İman selâmetiyle çene kapamak nasip etsin. Kâfirlere meyletmeden, taviz vermeden ölmek nasip etsin. Amin Allahım, Ya Rabbi! Nerden nerelere geldik yâ… İslâm’ın Şeriatın savunucusu müdafiileri, şimdi ne hâle geldiler yâ! 10 senede, 20 senede bu kadar değişilir mi? Ben bile kendimden korkmağa başladım. 5-10 sene sonra ben de sapıtırsam, bir de bakmışsın laiklik-maiklik demeğe başlarız, bilmem ne, ne olacağız Ya Rabbi? Allah’ım, bana şeriattan, itikattan, iman bakımından kıl kadar ayrılacağıma ölmeyi nasip eylesin. Bakıyorum adamların kalbi-malbi hep döndü. Bu kadar insan tanıyorum ben, hep döndüler. “Ya ses çıkartmayalım, işler iyi, Amerika’yla işler iyi gidiyor, ekonomi düzgün” falan… Bana ne ya, bana ne! Kendim hakkında ne istiyorsam Allah size de aynısını versin!..”

Daha bir çok örnek verilebilir Cübbeli Efendi’nin konuşmalarından. TV ekranlarına çıktığı her vesilede Mahmud Efendi Hazretleri’nden aldığı icâzet ve direktiflerle “Ilımlı İslâm” adlı ftneyi açıktan hedef alan, Amerikancı işbirlikçilerden ve BOP Projelerinden söz eden, Mustafa İslamoğlu ve benzerleri gibi Ehl-i Sünnet düşmanlarını teşhir eden konuşmalar yapan Cübbeli Ahmed Hoca…

Bu ifâdelerin, düşmanı kalbinden vuran öldürücü zehirli ok olduğu kadar, dostlar için de şifâ olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı? Cübbeli Hoca, taûn hastalığının ortasına dalan ve bu tehlikeli hastalığın kendisine bulaşıp zarar vermesini, ümmetin sağlık ve sıhhatine tercih eden fedakârâne bir doktor gibi, hakikatin şifâ oklarını mikropların kalbine kalbine saplamakta. Bu gayret, tek başına büyük bir kıymettir içinde bulunduğumuz şartlarda.

Cübbeli’ye yapılan saldırı, Cübbeli’nin şahsında Mahmud Efendi Hazretleri’ne, Mahmud Efendi Hazretleri’nin şahsında ise topyekûn Nakşibendiyye’ye yapılan bir saldırıdır. Emperyalizmin uşakları demek istemektedirler ki; “ya bizim Ilımlı İslâm projelerimize ses çıkarmaz, onaylar ve “dilsiz şeytan” olmayı kabul edersiniz, veyahut da işte sizlere öyle bir kulp takarım ki, bütün milletin gözünde rezil rüsvâ olursunuz!”

Ey ehli imân, Allah yolunda hakkı söyledi diye kulp takılanlardan olmaya can atanlarınız nerde? O kulp takılanların başında senin Peygamber’in gelmekteydi, unutma!

Ey tarikatı Nakşibendiyye’nin bendeleri, Ey Ahmed Faruk Serhendi’nin talebeleri, ey Mektubat’ın yetiştirdikleri, ey mürtede, münafıka, dini içten yıkan kafirlere karşı, Ehli Bidat’a karşı şedid olmakla, onları aşağılamakla, onları tahkir etmekle, onlara bayrak açıp baş eğmemekle, cihadla emrolunanlar! Dininiz elinizden alınıyor, nerdesiniz? Şimdi susarsanız artık biliniz ki mahşerde Şeriat sahibinin huzurunda hangi yüzle konuşacaksınız?

Ey Ehli İman!

Zulme karşı susmaya devam edersen, bil ki bu zulüm en sonunda seni de bulacaktır ama işte o gün, sen de Peygamberinin şeriatına hürmet eden insaflı bir kul aradığında ortalıkta kimsenin kalmadığını göreceksin.

Allah’ın dini satılırken sessiz kaldıktan sonra, sen bu dünyada rahat etmişsin neye yarar? Ahretini berbat ettikten sonra, dünya saltanatı senin olsa ne yazar?

Cihâd KOLGEZEN

Dergimiz / Sayı: 7 (13-12-2011)
www.Dergimiz.Net

TEĞET Mİ GEÇER, DELER Mİ GEÇER?

AKP hükümetine sağdan soldan yoklama yumrukları gelmeye başladı.

Biden’in hazır bulunduğu toplantıda, “krizde bize bir şey olmaz” havalarıyla kibrini sergilemeye kalkan Ali Babacan’ın şahsında AKP hükümetine ilk yumruğu, uzun kollarıyla direk dışarıdan çalışan Biden çaktı: Biz balinayız…

Yani?

“Sen ne kadar efelenirsen efelen, haddini bileceksin. Bu sularda hâlâ biz ne dersek o olur ve sakın yanlış yapayım deme, biletini kesiveririm!”

İsteyen bunu böyle açık bir ikaz, bir tehdit, şantaj diye anlasın, isteyen başka şekilde, neticesinde Ali Babacan susmak zorunda kaldı.

Sonra, ikinci yumruk, içeriden çalışan Koç’tan aparkat şeklinde geldi.

“Bu defaki kriz bizi teğet bile geçmeyecek!” diye konuşan RTE’nin çenesinde patlayan bir aparkattı bu…

Başbakan’a iktisat dayağı atan Rahmi Koç, Avrupa’daki krizin Türkiye’yi etkileyeceğini belirtip, “Devir, bizi teğet geçti devri değildir!” demek suretiyle, Başbakan’a adeta, “şu çeneni kapat!” demiş oldu.

Türkiye’nin ticaretinin yüzde 60’ının AB ülkeleriyle olduğunu işaret eden Koç, “Onların getirdiği yavaşlatma, sıkıntı, hepimizi etkileyecektir. Çok dikkatli olmamız lazım. Hükümetimizin de gerekli tedbirleri hadiselerin önüne geçerek alması lazım. Bu devir bizi teğet geçti devri değildir!”

Ne kadar açık konuşmuş değil mi?

“Çene yapacağınıza, hadiselerin önüne geçip, tedbirleri alın” diye akıl vermiş.

İyi de, Koç olup, para sahibi olmak, haklı olmayı gerektirmiyor.

AKP, hadiselerin önüne geçip, nasıl tedbir alacak?

Koç, RTE’ye yazdığı mektupta, “sağlık da demokrasi gibidir, kıymetini bilmek gerek!” diyerek, çözümü en başından çıkmaz sokağa kendisi sokmuş oluyor zaten.

Kriz, demokrasilerin, kapitalizmin, liberalizmin krizi ve bu krizin çaresi, bunlardan kurtulmakla gerçekleşecek.
 
Başyücelik Devleti’yle…

“Sermaye ve mülkiyette tedbir”ci ve ziraata dayalı yeni kalkınma modeliyle. Yeni bir ahlâkla ve bu ahlâkın dünyaya hâkim kılınmasıyla. Bu ahlâka göre yeniden şekillenmesi gereken üretim ve tüketim ilişkileriyle. Teknolojiyi, rekabetin bir unsuru olarak kullanıp, tüketebileceğinden fazla üretip, bunu da satmak için modern kölelerden müteşekkil tüketici toplumları öngören Batıcı ahlâksızlığı reddetmekle başlamalı ilk önce işe. Hem tüketeceğinden fazla üretiyor ve “insan”ı, tüketici olmaya zorluyor, hem de üretim çarklı içinde kullandığı teknoloji, milyonlarca insanın işsiz kalmasına yol açıyor aynı zamanda. Bütün bunları yerli yerine oturtacak bir anlayış, bir ruh ve sistemden bahsediyoruz.

Bunun siyasette karşılığı da devlet yönetiminin, milletin içinden çıkmış en yüceler tarafından ele alınması demek olan, Başyücelik Devleti.

Siyasetin iktisattan ayrılmaz bağları içinde, tabi bütün bunların da hukuk, sanat, ahlâk ve sair irtibatları içerisinde yepyeni bir sistem teklifi çerçevesinde ele alınması ile mümkün olabilecek bir davadır, hadiselerin önüne geçip tedbir almak.

İşte, buradan söylüyoruz, hadiselerin önünde olmanın verdiği rahatlıkla; yolunuz çıkmaz yol. Bu yolda devam ederseniz, ne kadar çabalarsanız çabalayın, uçurum ve felâkete götürüsünüz milleti ancak.

Demedi demeyin.

Yolunuz felâket!

Çâre ise Başyücelik Devleti, İBDA…

Çağımızda insan ve toplum meselelerini hakikatin hakikatine göre çözmenin “nasıl” ve “niçin”ini gösteren, bunun “Remz Şahsiyet”i Salih MİRZABEYOĞLU!

Yani?

Bırakın teğet geçmeyi, ya toptan delinip yok olacağız veya alternatifi olmayan tek alternatifle kendimiz ve bütün insanlık için çâre sunacağız!


NOT: Demokrasi deyince, şu son AB görüşmelerinde, Avrupa’nın olduğu gibi Almanya vesayetine bırakılışı ve buna “hayır” diyen İngiltere ile AB’nin yollarının ayrılışını Koç nasıl yorumluyor acaba? “Yaşasın demokrasi!” diye slogan atmış mıdır?

Dergimiz
Sayı: 7 (13 12 2011)
www.Dergimiz.Net

15 Aralık 2011 Perşembe

DÜŞMANINI TANI

Kapitalizmin altın kuralı: Kriz yeni fırsatlarla beraber gelir.

Mao da “düzensizlik iyidir” demiyor mu?

Eyvallah.

Kriz bizim için de fırsat demek.

El ile gelen düğün, bayram…

Körün istediği bir göz, Allah vermiş iki…

Madem Yahudi-Hıristiyan Emperyalizmi krizde, işte bize büyük bir fırsat, emperyalizmi darmadağın etmek, bir daha dünyanın başına belâ olamamacasına, bâs’u bâdel mevtsiz bir ölümle tarihe gömmek için büyük bir avantaj…

Zayıflamış ve kendi iç meseleleriyle boğuşmakla büyük enerji harcamaya başlamış bir düşman, kolay düşmandır.

Peki bu nasıl olacak?

Hani derler ya, herkes kendi evinin önünü süpürürse, bütün sokak, hatta bütün ülke, hatta bütün dünya tertemiz olur.

Yani emperyalizmden kurtulmanın yolu da aslında bu kadar basit. Herkesin kendi evinin önünü süpürme şuuruna ulaşmasıyla. Emperyalizmin taşıdığı pisliği herkes kendi evi önünde tanır ve o pisliği emperyalizm adına evlerimizin önüne içine kadar taşıyan işbirlikçileri teşhis eder ve o işbirlikçilere hadlerini bildirirsek, emperyalizmin köküne de kibrit suyu dökmüş oluruz.

Yani, Amerika ile savaşmak ve onu yok etmek için illâ 11 Eylül’de olduğu gibi Amerika’ya gitmeye gerek yok. Amerika’nın içimize nasıl sızdığını, bizi içimizden nasıl ele geçirdiğini, bunun için kimleri kullandığını anlar ve o kullanılanların, işbirlikçilerin söz sahibi olmalarına müsaade etmezsek, bu iş tamamdır.

Amerika, bizden gözüken işbirlikçilerine, söz sahibi olmalarına müsaade etmemiz sayesinde bizim üzerimizde tahakkümünü kurabiliyor. İşte, herkes bu işbirlikçileri tanır ve bunların kendi üzerinde söz sahibi olmasını engellerse, bu iş tamamdır.

O hâlde mesele, işbirlikçileri tanımak ve onların kendi üzerimizde söz sahibi olmalarına müsaade etmemek.

Ve, düşmanını tanımak.

Filozofun, kapı üzerine, “kendini tanı!” diye yazması misâli, biz de kapıların üzerine, “düşmanını tanı!” diye serlevhâlar assak, yeri…

Esas hasmı tesbit etmek.

Öyle ya, hayatta insanın bir çok hasmı varken, milletlerin bir çok hasmı varken, içlerinden bir tanesi öne çıkar, ölümcül tehlike arzeder, yakın tehlike arzeder, veya kendisini perdeler, başka suretlerde gözükür, esas hasım olarak deşifre edilmemek, hedef tahtasına oturmamak için elinden geleni yapar.

Bunda da en büyük yardımcısı içimizden devşirdiği işbirlikçileridir. Düşman, kendisini bizden gözüken hainler, işbirlikçileri eliyle perdeler. Kendi politikalarını, sanki bunları biz talep etmişiz gibi, bizden gözüken işbirlikçilerine icrâ ettirir.

Madem demokrasi var ve madem yöneticilerimizi biz seçmekteyiz, o hâlde bu politikaların gerçekleştirilmesini de biz talep etmiş oluyoruz.

Düşmanını tanı!

Düşmanın kendisini nasıl perdelediğini, kimlerle perdelediğini tanı.

İşi teorik gevezelikler plânında bırakıp, düşmanın adını koymamak olmaz. Hani geçen sayımızda Rasim’in karikatürünü hatırlarsınız. Hakikati ifâde etmeyen-susan, üç maymun içinde en alçağıdır. Hakikati, bütün çıplaklığı ile ifâde etmek gerekir, ondan bir şey eksiltmeden, ona bir şey eklemeden. (İş nereye gidiyor, görüyorsunuz değil mi? Tenzih şuuru!)

Düşmanını tanı!

Bir Müslüman için işin hak plânında ifâdesi şudur: “Küfrün kaynağını bilmeyen, gerçek imanda olamaz!”

Bana düşmanını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim…

Düşman kim?

Gayet basit, emperyalizmle kim işbirliği yapıyorsa, emperyalizm tarafından İslâm ülkelerine kim örnek gösteriliyorsa, Anadolu’yu emperyalizmin menfaatleri adına hâlihazırda kim yönetiyorsa, düşman da o.
Yani?

Yani Ilımlı İslâm…

Yani Allahsız İslâmcılık…

Yani AKP, Fetullah ve bunlara eklemlenen kim varsa, derece derece onlar.

Emperyalizmle yakınlaşıp, emperyalizmle işbirliğine girdikçe Allah’tan uzaklaşanlar.

Ölçü malum, “kişinin namazına, orucuna değil, parayla olan muamelesine bakın!”

Ve bir başka hikmet:

“düşmanın üstüne gidemiyorsan eğer
eğer “yaradandan” çok korkuyorsan ondan
kölece de olsa yaşama tutkun
aşkınsa yaradana sevginden
ve fikir dediğin eğer
kaçanın can simidi
kuş tüyünden bir yataksa
öfkeden ıraksa
sığınaksa
ve inanç dediğin
yürüyeni durdurmaksa
sen! kötü kadından beter
git kuyruk salla düşmanına
yaran, zararsızlığını göster
ve seyret elde silah döğüşeni” (Salih Mirzabeyoğlu – Aydınlık Savaşçıları’ndan)

İşbirlikçiliğin, parayla muameledeki sapmaların, düşmanın üzerine gidemeyişe nasıl sebep olduğu veya düşmanın üzerine gidemeyende bunların nasıl ortaya çıktığı üzerinde duracağız…

Dikkat; emperyalizmi yıkmanın yolu, emperyalizmle olan bağları koparmaktan geçer derken, bunun dış yüzden ifadesi, işbirlikçileri ile olan bağları işaret eder ve işbirlikçilerin deşifresini, ifşâını gerektirirken, bunun mümkün olması da iç temizlikle alâkalı. İçeride bir şey olmalı ki dışa aksedebilmeli. Emperyalizmi işbirlikçileri sadedinde de hedef alabilmeli.

Düşmanını tanı!

Seni o hedeften saptırabilecek bütün iç ve dış tesirlerin üstesinden gelmeyi bilmek; işte ihtilâlci keyfiyet.

Seyfi ÇABUKEL

dergimiz.net, Sayı: 6 (6 ARALIK 2011)
www.Dergimiz.Net

ŞEYTANIN ERİ MÜSLÜMANLAR(!)

Enflasyon patladı.

Dolar uçuşa geçti.

Şikayetler her geçen gün daha da artmakta.

AKP, tedbir niyetine milletin sırtına daha fazla yük bindirmekten, elde avuçta ne kalmışsa satıp savmaktan başka çare ortaya koyamıyor. İşte, şeker sektörü de tamamen özele peşkeş çekilip, stratejik bir sektör daha tamamıyla piyasa denen canavarın eline teslim edilecek.

Üstad, “Püf Noktası” adlı tiyatro eserinde buna işaret etmiş, piyasa denen canavarın ne denli tehlikeli bir şey olduğunu vurgulamıştır.

Çare sadedinde, bir de turizmi patlatacaklarmış. Bizdeki haliyle, Batılı pisliklerinin cinsi arzularını ucuz yoldan tatmin etmeleri demek olan turizmi. Biliyoruz ki daha önceleri çocuklara yönelik sapıklıklarını tatmin edebilmek için Tayvan gibi ülkelere giden sapık Batılılar, artık ülkemize gelmekte.

Çare, Açık Toplum olmak, her şeyini Batı’ya açmak.

Topraklarını, askeri üs için açacaksın.

Vatanının kapılarını, komşularına saldırmaları için işgal askerlerine açacaksın.

Siyasetini, istedikleri gibi yönlendirmelerine açacaksın.

Kültürünü, istedikleri gibi bozmalarına açacaksın.

Sanatını, istedikleri gibi süflileştirmelerine açacaksın.

Yetmeyecek, ırzını, namusunu da açacak, hizmetlerine sunacaksın. Cebine de üç-beş kuruş girecek, bu da AKP’nin büyük iktisadi başarısı olacak. Hani, RTE her vesileyle, “Hakka hizmet, halka hizmettir!” diyor ya, işte o hesap… Halka hizmetten ne anladığını da aslında ta yıllar öncesinden, belediye başkanlığı döneminde ortaya koymuştu ki, işte ta o zamanki hallerine şahitlikten, bu günlerine ışık tutacak bir şiir, Salih Mirzabeyoğlu’nun “Münşeat”ından:

HAK VE HALK (2)
- “Halka hizmet Hakka hizmettir!”
bir zamanlar İstanbul’un
pırıl pırıl yaptılar genelevlerini
şeytan’ın eri Müslümanlar(!)
“gerçekçi” oldular – hedef istiyordu okları
sonradan büsbütün ortaya çıktı – gerçekçilikleri!

Halka hizmet Hakka hizmettir ya
Hakka hizmet Hakka itaattir
böyle emretsin – ruhun!- nefse
halka öğretsin itaati Hakka
ve sonra kölesi olsun halkın!

Şiirin ikinci bölümündeki Büyük Hakikat ayrı mevzu, biz dönelim AKP’nin “açma” mecburiyetine…

Açmazsan ne olur?

Açmazsan, Irak veya Libya olursun.

Yaman Törüner, Libya’da bundan sonra neler olacağını, şöyle özetlemiş:

“Yabancı özel sektör şirketlerinin ülkeye girmesiyle, ülkenin eğitimli iş gücü kolayca iş bulacak. Zaten, Libya’daki eğitimli insan gücü göz kamaştırıyordu. İşsizlik oranı çok süratle düşecek, ülke önce dışarıya, sonra da turizme açılacak. Siyasi partiler oluşturulacak; ülkeye demokrasi gelecek.

Ülkede daha çok petrol çıkarılacak ama petrolden elde edilen kârın büyük bölümü yabancı büyük şirketlere gidecek. Ülkede şimdiye kadar özel sektörün varlığına izin verilmemişti. Şimdi bir özel sektör ve yabancı yatırımcı patlaması yaşanacak. Libya ekonomisi ve vatandaşları da kapitalist ekonominin vahşi gücü ve tüketim ekonomisi ile tanışacak. Ülkeye ilk giren yabancı şirketler, bankalar olacak.

Bunca zenginliğe rağmen, sonunda orada da ekonomik krizler baş gösterecek. Kamu açıkları ve dış borçlarla karşılaşılacak. Bunlarla başa çıkabilmek için, özelleştirmelere başvurulacak.

Kulübümüze hoş geldin Libya!” (29 Kasım 2011, Milliyet)

Sayın Törüner, aslında şunu da söylemiş oluyor: Türkiye gibi ülkeler, Batı saldırısına maruz kalmıyorsa, bunun sebebi, Batı’nın Libya ve benzerlerine zorla yaptırdığına, bizim gönüllü olarak talip olmamız sâikiyledir. (Görünüşte Batı’ya hayır derken, aslında nasıl bir kabulleniş içinde olup “evet” dedikleri ve her “hayır”ın aslında “hayır” demek manasına gelmeyeceği de aşağıda.)

Yani, “gönüllü kölelik”…

Bizi yönetenler, Batı’nın çıkardığı çizmeleri giymişler ve Batı adına karar almaktalar, Müslüman Anadolu ahalisi adına değil.

Misal, “Terörizmin Önlenmesi Hakkında Kanun”…

Davidson, Almanya’da Türkleri katledenlerle, Afganistan’da vatanlarını NATO eşkıyalığına, işgale karşı müdafaa edenleri aynı “terör” kefesine koyduğunu ilân ediyorken, yani dünyayı Batı merkezli kültür ve medeniyet okumasıyla, bir oryantalist edasıyla algıladığını itiraf ederken… (Şimdi burası, üstteki şiirin ikinci bölümünü hatırlamanın yeri. “Halk” algılamalarındaki yanlış, Batıcı değerler tarafından zihinlerinin nasıl iğfal edilmiş olduğunu göstermekte. Lafta Batı’ya karşı olmak, “biz farklı bir medeniyetiz” demek yetmez, bu iğfale maruz kalmamaya. Burada da aklımıza, Güneş Taner’in bir zamanlar giydiği “No, no, no…” yazan tişörtü geliyor. Her seferinde daha da küçülen “hayır”lar. Şeytanın erlerinin Batı karşısındaki tavırları, Batılı bir genç kızın aşığına karşı naz halini anlatan o tişörtü tedai ettirmekte bize…) Yukarıda mezkur yasayı çıkarmamızı en çok arzulayanın CIA denen eşkıyalık merkezi olduğunu bilmek insanı şaşırtmaz. Böylece, Amerika’nın istekleri doğrultusunda, Amerika, “ben şunun benim için terör yapmasından şüpheleniyorum!” dediği anda, o kişinin bütün mal varlığına el konulabilecek. Mahkeme kararı olmadan.

Bu yasanın çıkartılması insanı şaşırtmaz da, bu Allahsız İslamcı işbirlikçi hain tayfanın hâlâ bizden zannedilmesi bizi şaşırtır. Nasıl oluyor da bir Müslüman, bunca ihanete rağmen bu tuzağa düşüveriyor?

Adamlar, resmen, Allah’a düşmanlık edenlerin, Allah’a savaş açanların isteklerini, her sahada olduğu gibi iktisadi sahada da karşılamak adına, ne hak, ne hukuk tanımayacaklarını ortaya koyup ve Müslüman Anadolu’yu ırzı ve namusu dahil her şeyiyle Yahudi ve Haçlılara peşkeşe çekmeyi de büyük başarı olarak pazarlayabilmekteler.

Asıl mucize bu, tersine mucize…

Allah Resulü’nün nurundan uzaklaşmanın insanı nerelere kadar sürükleyebileceğini gösteren dehşet tablosu.

Bu tersine mucizenin elebaşı da AKP ve RTE olmak üzere, diyebiliriz ki, “bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete!”

Şeytanın erleri, bütün ümitlerini bağladıkları Batı ile beraber batmaktadır. Kıyamet, o kıyamet.


dergimiz.net Sayı: 6 (6 ARALIK 2011)

www.Dergimiz.Net

30 Kasım 2011 Çarşamba

RTE TAM GÜN YASASININ IRZINA GEÇTİ!

Evet, aynen böyle oldu.

Tam gün yasası icabı, kamu hastanesinde ameliyat yapması yasak olan bir uzman cerrah, RTE'yi ameliyat etsin diye getirildi ve RTE bu doktor tarafından ameliyat edildi.

Kendi nefsine hak gördüğünü, başkasına yasaklamak olur mu? Olursa buna ne denir? Biraz daha eşit denir, "Domuzlar Diktatoryası" denir.

Eee, sayın Recep, yani Sayın Sağlık Bakanı Recep Akdağ, canla başla, bütün mevcudiyetinizle müdafaa etmekte olduğunuz bir düzenin, başbakanınız tarafından düzülmüş olması karşısında, namus ve şeref sahibi her insan gibi istifa edeceksiniz elbette. Size şimdiden avdet edeceğiniz tabiplik hayatınızda başarılar dileriz.

KASIM AYI KESİM AYI

Kötünün kötülüğü, iyi görünümlü kötüden daha evlâdır. Veya tersi, İyi görünümlü kötü, bizzat kötüden daha kötüdür.

Kelime kelime olmasa da Üstad Necip Fazıl’ın bu minvalde bir ifâdesi olduğu kalmış aklımda.

Veya şöyle de olabilir; gerçek iyinin, iyiliğin, doğruluğun, güzelliğin yolunu kesen sahte iyi, sahte doğru ve sahte güzel, iyiliğe, doğruluğa, güzelliğe açıkça düşman olan kötüden daha kötüdür.

Bu hikmetin tedaileri olarak: Felix Culpa mevzuu ve yarım oluşların tüm oluşları engellediği hikmetleri…

Felix Culpa, malûm, “mutlu cinayet” demek. Dış yüzden doğru gözüken ama içinden büyük bir hatâdan ibaret olan durumlar için kullanılan bir tabir.

Yarım oluşların tüm oluşları engellemesi mevzuunun da ilim ve fikirden, pratik hayata dair bir çok tezahürü var. Psikolojide, “ket vurma” diye bir bahis var. Misâlen, birkaç parmakla klavye kullanmayı öğrenen bir kimse, on parmak kullanma noktasında çok zorluk çeker. Sıfırdan on parmak klavye kullanmayı öğrenmeye başlayana nazaran, bu birkaç parmakla klavye kullanmayı öğrenmiş kişinin on parmak öğrenmesi çok daha zordur. Önce öğrendiği yanlışları unutması gerekecektir. Bu tip bir duruma, “ileriye ket vurma” denmekte. Geriye ket vurmada ise tersi, sonradan öğrenilenlerin, yeni alışkanlıkların, önceki alışkanlıkları ve bilgileri faal hale getirmeye engel olması…

Bahsimiz AKP ve AKP sayesinde bu ülkenin büyük çoğunluğunun içine düşürüldüğü feci durum.

AKP’nin bu yukarıda saydıklarımızla ne gibi bir alâkası olup olmadığına gelmeden önce, birkaç psikolojik, biyolojik deney ve tesbit daha aktaralım. Bilindiğini varsayarak kısaca; yavaş yavaş ısıtılan suda kurbağa deneyi ki, kurbağalar suyun kendilerini haşlayacak derecede ısındığını fark edemiyorlar, fark ettiklerinde de iş işten geçmiş oluyor.

Bir diğeri de malum, Pavlov’un Köpekleri ve -şartlı refleks- deneyleri; bir seferinde, büyük bir tabi afet neticesi laboratuara uzun sayılacak bir müddet gidilemez. Tabî âfetten laboratuardaki hayvanlar da etkilenmişler, bir kısmı telef olmuş, uzun müddet aç kalmışlar vs. Nihayetinde, bu âfet neticesi travma yaşayan hayvanlar şartlı reflekslerini de kaybetmişler.

Müslüman Anadolu ahâlisinin üzerine bir kâbus gibi çöken, bununla yetinilmeyip bütün dünyadaki Müslümanlara, emperyalizm tarafından “rol model” olarak takdim edilen AKP ki, “Ilımlı İslâm”-“Allahsızlık Müslümanlık” tenceresinde kurbağa haşlar gibi bizleri haşlamaya kalkan…

Güya iyi görünürken gerçek iyinin yolunu kesen, kötüden daha kötü, en kötü, esfeli safilin… Felix Culpa…

“Ol veya öl!” ihtarı karşısında, “böyle de olunurmuş!” müptezelliğine, tatminine, sahte oluşlara yol açan ve bu hâliyle de gerçek oluşun önünü kesen, ket vuran…

Müsbet bir hamle için gerekli olan bütün oluş ızdırabını uyuşturarak yok eden, Müslümanları, emperyalizmin eline tutuşturduğu çanın sesi ile Pavlov’un köpeklerine dönüştüren, mankurtlaştıran…

Mankurtlaştırmayla birlikte “idraklerin iğdiş edilmesi”…

İdraklerin iğdiş edilmesi ve mankurtlaşma… Yani, düşmanına karşı tavır alamama, dost ve düşmanı ayıramaz hale gelme.

Ki, kimlik meselesidir aynı zamanda, “ben kimim?” suâliyle birlikte, “esas hasmım kim?” sualine de tutarlı bir cevap vermeyi gerektirir.

Esas hasım, yakın ve uzak tehlikeler neler?

Meseleyi daha fazla dağıtmadan…

AKP’nin “idrakleri iğdiş etmede elde ettiği başarı ile, kimlik mevzuunda ve dolayısıyla düşman hedefini tayinde sapmalara yol açtığı bedahet.

En basitinden, en yakın çevremizde şahid olduğumuz vakâ ki, işkence ve işkencecilere karşı alınan tavırda kendisini göstermekte.

Düne kadar ve açık kötüden gelen işkenceye karşı en galiz ifâdelerle karşı koyanlar, “Remz Şahsiyet”in yok edilmek istenmesi derecesinde AKP eliyle yapılan işkenceye karşı, o geçmişlerindeki hâlleriyle kıyaslandıklarında hiç de tanınmayacak bir edâ ve tavır sergilemekteydiler…

İşkence ve işkenceciye karşı mücadele sanki bir prensip meselesi değilmişçesine bir tavır, bir edâ.

İşte, AKP’nin en büyük oyunu, gerçek düşmanı kendi üzerinden perdelemesi ve alınacak net ve kesin tavırlara mâni olması. Tutuk ve şaşkın bir lisân. Ne diyeceğini bilmez bir üslup. Bir gün karşı olurken, diğer gün yanında gözükücü bir şaşırmışlık hâli. Bu, kararsızlığın ifâdecisi. Dost ve düşman kutuplar üzerinde verilmiş bir kararın olmayışının. Oysa bir ihtilâl hareketi için en büyük handikap kararsızlıktır. Öyle ki, en kötü karar bile, kararsızlıktan daha iyiyken…

İşte, “Kasım” ayı, bütün bu uğursuz handikapları ortadan kaldırıcı bir dizi hadiseler zincirinin başlangıç, devam veya zirve yaptığı ay olarak, hadiselerin delalet ettiği apaçık mânâlar sâikiyle -AKP iktidarının ihanet ve işbirlikçiliği vs-, Müslüman Anadolu ahâlisinin, AKP’nin gerçek yüzünü ayân beyân görüp-farkedip, bu partiye dair vehmettiklerinin bir kuruntuya dönüşeceğini idrak etmesine yol açmakla, bu parti ile olan bağlarını kesmeye başladı…

Kasım ayı içerisinde idrak etmeye çalıştığımız Kurban Bayramı’nın mânâsına denk bir zaviyeden ifâde edecek olursak, nasıl ki Kurban, nefsin kurban edilmesi –nefsle bağların kesilmesi- gayesine matufsa, Kasım ayının, nefsimizin en büyük ve cemiyet planında en geniş tezahürü olan AKP ile olan bağların kesilmesi neticesini doğurduğuna şahit olmaktayız.

Bir çok farklı çevreden, bir çok farklı yazar ve fikir adamının, farklı konular, farklı gündemler üzerinden, AKP icraatlarına karşı açıktan tavır almaya başladıklarına, AKP’yi eleştirmeye giriştiklerine, kendi partileri içinden olsun bir iç bunalım yaşamaya başladıklarına, Haydarpaşa İstasyonu misâli bütün yolların birleştiği nokta gibi, Kasım ayında şahit olduk.

Zaten var olan muhalefet sesleri ayyuka çıkarken, gizlide pişenler de adetâ bu ayda meydana çıktı.

Deprem vesilesiyle, AKP’nin temsil ettiği “Ilımlı İslâm”-“Allahsız Müslümanlık” rejiminin enkaz altında kalışı… Enkaz altında ölenleri geçtik, “tehlike yok, artık evlerinize girebilirsiniz!” denilenlerin ölmeleri, açlıktan soğuktan naylonların altında ölen bebeler…

Futbolda şikecilere getirilmek istenen af yasası…

“Biz kimsesizlerin kimiyiz, yok bedelli askerlik filan!” diyen RTE’nin, şimdilerde, “30 bine hiç askerlik bile yapmana gerek yok, gel vatandaş!” diye ortalığı yıkması…

PKK ile yapılan görüşmeler.

Suriye mevzuunda apaçık emperyalizmin taşeronu olduğunun kendini göstermesi…

Füze Kalkanı…

İran…

İsrail’e “efelenir”, seyrüsefer güvenliği edebiyatı yaparlarken, Gazze’ye giden ikinci konvoyun İsrail askerlerince yine esir edilmesi karşısında gıklarının çıkmaması, Mavi Marmara şehidlerinin kanlarını nasıl sattıklarının ortaya çıkışı…

Bu konuyu unutturmak için ellerinden geleni yapıyorlar, yandaş medyada çıt yok.

Bu çerçevede, Kayseri ve İstanbul’da Yahudileri protesto eden göstericilerin polis tarafından zorla gözaltına alınmaları.

İsrail’le olan ticari ilişkilerin artmakta oluşu… (“Kişinin namazına, orucuna değil, parayla olan münasebetine bakın!” ölçüsü)

Yolsuzluklar ve Deniz Feneri…

Zamlar…

Dünya felaket bir krize sürüklenirken, hükümet içindeki bakanlar ve Başbakan’ın her birinden farklı sesler yükseliyor oluşu…

“Yetmez ama evet”çi, “sonuna kadar gidilsin”ci liboşlarla da nihayet AKP’nin arasına kara kedi girmesi. Hüseyin Gülerce’nin ifadesiyle: “Bu beraberlik buraya kadarmış!”

Kasım ayı, kesim ayı…

Bu ayın bahşettiği en büyük zafer de bu.

AKP ile olan bağların, yukarıda bir kısmını listelemeye çalıştığımız çeşitli hadiseler bahanesi ile kesilmesi, kesilme noktasına gelmiş olması.

AKP’nin deşifre olması, yalnızlaşması.

AKP, bu deşifre ve yalnızlıkla, efendilerinin kendisinden istediklerini o kadar da kolay yapamaz. Diğer yandan da Amerika’da mukim emekli vaizle olan irtibatı -bir müddet için- daha da sıkılaşacaktır. Eşyanın tabiatı gereği. İçinden geçilen dönemin “zor”luğu, buna kendilerini mecbur eder. Yine bu dönemin gereklerinden olarak, sahte kutuplaşmayı derinleştirmek adına, Üstad’ın istismarına yönelik hamleler daha da artacaktır. Şu, Dersim tartışmasında olduğu gibi. AKP, sözde Müslümanlığının dozunu biraz daha artıracaktır.

“Zulme” karşı bir başkaldırı şaheseri demek olan Son Devrin Din Mazlumları’nı eline alana dikkat: “Remz Şahsiyet”i işkence ile yok etmeye kalkan bir işbirlikçi, hain, mürted olduğu gibi, Üstad sağlığındayken Üstad’a cephe alanlar arasında yer alan virgüllük bir isim.

Son Devrin Din Mazlumları’nı eline alana dikkat: Milyonlarca müslümanın katledilmesine, çocukların yetim, kadınların dul kalmasına, binlerce bacımızın tecavüze uğramasına destek veren, tecavüzcü-sapık ve katil conilerin sağ salim evlerine dönmesi için dua eden bir “şey”…

Kasım ayı, kesim ayı…

Bu “şey” ile olan bağların kesilmesi…

İnşallah 2012, 2011’de başlayan seferin zaferle taçlandığı yıl olacak.

www.dergimiz.net / Sayı: 5 (29 KASIM 2011)

TOPKAPI BASKINI

Topkapı Sarayı'nı basan eylemcinin Kaddafi yanlısı bir Libya'lı olduğu açıklandı.

Şayet böyleyse:

Topkapı Sarayı'nı hedef olarak seçmesi, AKP'nin Yeni Osmanlıcılık hayaline yapılmış bir darbedir.
İkincisi, AKP'nin evini yıktığı gariplerin intikam alma hamlesidir ki, komşularla sıfır sorun politikasından, komşularını kendi üzerine kışkırtan bir konuma geçmenin bedelidir. Haliyle ülkelerinde çocuk-çoluğunu kaybedenlerin misillemede bulunmalarını anlamak gerek. AKP, bölgede Amerika ve İsrail'in taşeronu olmaktan vazgeçmezse, bu tür saldırıların artması, AKP ihaneti saikiyle durduk yere can ve mal emniyetimizin tehlikeye girmesi kabul edilemez. Sırf AKP Amerika ve İsrail'i memnun edecek diye, cadde ortalarında bombaların patlamaya başladığı, çoluk-çocuğunu kaybetmiş babaların cinnet hali içinde intikam eylemlerine sahne olan bir ülke haline gelebiliriz.

YENİ AKİT GAZETESİ'NİN AVUKAT YILDIRIM DOĞAN'LA YAPTIĞI RÖPORTAJ VESİLESİYLE

Şimdi...

Akit’in internet sitesi bölümünde olmayıp da gazete baskısında olan, meselenin bam teli, Sayın Yıldırım diyor ki:

"Soruşturması ve davası süren Ergenekon yapılanmasından çok daha büyük bir yapılanma var aslında. Bu henüz tam olarak idrak edilebilmiş değil. Soldan sğa doğru hilâl gibi dizilen gizli bir ittifak. Bu ittifak soldan sağa doğru yayılarak her iki grubu da kontrol eden gizli bir yapılanma."

Yıldırım'ın bu minval üzere devam eden ifadeleri karşısında muhabir araya giriveriyor ve "Tamam asıl konumuza dönelim!” diyerek aslında konuyu asıl mecraından saptırıyor. Zira Yıldırım, orada kimi parti başkanlarının bu işin içinde olduğundan bahsediyor. Amerika’nın yönlendirdiği, Amerika ile işbirliği içinde olanlardan bahsediyor. Asıl gladyo bu zaten, kim kendi zamanında Amerika ile işbirliği yapıyor, gizli ilişkilere giriyorsa, Gladyo onunla yürütüyor kendini.

Kim Telegram silahını elinde tutuyor, kullanıyor, kullandırıyor, kullanılmasına müsaade ediyor veya ses çıkarmıyorsa, Gladyo o zaten. Telegram ve işkence; işkenceciler... "Tek tek gebertilmesi muradım olan işkenceciler!" dediği..

Gladyo, AKP...

Pavı'la 2 sayfa 9 maddelik gizli anlaşma yapanlar.

BOP Eşbaşkanı Gladyo...

Asıl üzerine gidilmesi gereken bunlar. Bunlar deşifre edilmeden, büyük oyun deşifre edilmeden, küçük oyunda, kendilerinin oynattığı cambaza bak sirkinde palyaço ederler adamı.

K'nın vermiş olduğu "odaklanma" misaline atfen ifade edelim ki, ne sallarlarsa sallasınlar, Haçlı Yahudi canavarlığı ve işbirlikçileri hedefinden gözümüzü ayıramayacaklar. O hedef, onların politikalarının taşeronu, onları yürüten AKP’den başkası değil. Ve biz o hedefin üzerine gittikçe, bizi o hedeften saptırmaya dair salladıkları şeyler daha da artacak. Sallasınlar sallayabildikleri kadar, tersinden veya düzünden, provokasyonlar da bize yarar, kandırma hamleleri de gıdamız olur Allah'ın izniyle.

Ergenekon denilen, sahte kutuplaşmanın bahanesi yaptıkları, günah keçisi haline getirdikleri yapılanma üzerinden emperyalizmin kendini yenilemesi ve AKP'ye meşruiyet sağlama teşebbüsü karşısında, Anadolu toprakları üzerindeki asıl gladyonun demokrasi oyunu ile iktidara taşıdıkları Ilımlı İslam, Allahsız İslâmcılık olduğu...

"Mirzabeyoğlu'na Özgürlük" derken, "Ergenekon avukatı Çetinbaş!" ibaresini ağızlara sakız yapmanın, "bak, sen de Ergenekon'a karşısın, Mirzabeyoğlu'na ceza veren de Ergenekon'un avukatı zaten!" demenin, Ergenekon sahte kutuplaşması ile meşruiyet arayanlara, Allahsız İslamcılara, dolayısıyla da Haçlı Yahudi keferesine "sığınmak" manasına geldiği...

İşbirlikçilik ve teslimiyet demek oluşu... "Ergenekon'a karşı birlikte mücadele edelim!" teklifi mündemiç bir ifade...

Oysa, Çetinbaş'ın tek başına ceza veren olmasının kendi başına bir hukuksuzluk ve aleyhinde yeter delil olması gerektiği. Bu, "Ergenekon avukatı" vurgulamasının, fazladan olduğu, bunun da ya iş bilmezlikten, veya başka sebeplerden kullanımında ısrar edildiği...

TEODORA DONİ HANIM’IN, YENİ ŞAFAK GAZETESİNDE ÇIKAN YAZISI VESİLESİYLE

Teodora Hanım'a, ilgi ve alakası için teşekkür ederiz.

Diğer yandan, biz, O'nun çözüm merci diye takdim ettiği makamları düşman görmekte ısrarlıyız. Zira onların düşmanlığı bu günle alâkalı değil, geçmişten gelen bir durum. Zaten Teodora Hanım, o çözüm mercilerinin hali hakkında kesin bir hükme sahip olarak değil, "beni yanıltmazlar inşallah" kaydıyla söylemekte ki, sizi de yanıltırlar Sayın Doni... İşin diğer tarafına gelince. Mirzabeyoğlu'nun dışarı çıkması, sadece iadei muhakemeye bağlı bir strateji içerisinde ele alınamayacak kadar mühim. Bu çerçevede de sizden sizin mantığınızı ödünç alarak, siz ve sizin gibi düşünenlere şunu söyleyebiliriz: Mirzabeyoğlu'nun dışarı çıkması cümlesinden olarak, sizin çözüm merci diye takdim ederek ileri sürdüğünüz -artık kimlerse- isimlerle-kurumlarla mevzuyu tahdit etmiş olmanız, başka bir çare yokmuş gibi çözüm mercii dediğiniz insanlara bu meseleyi mahkum etmeniz, asıl çözümün önündeki en büyük engeldir.

Unutulmasın ki Mirzabeyoğlu, her şeyden önce, kanlı canlı bir ihtilâl lideridir ve O'nun işaret parmağı istikametinde insanlar işkenceler görmüş, can almış, can vermişlerdir. Anladığım kadarıyla sizin, "Mirzabeyoğlu sadece bir mütefekkir" yaklaşımınız, "çözüm mercilerine karşı düşmanlık beslemeyin" demenize yol açmakta. Oysa, bir ihtilâl lideri olarak O'nun bu halini biz unutsak bile o çözüm mercii dedikleriniz unutmayacak. Zira kendisi iddiasından vaz geçmiş değil. Mirzabeyoğlu bir ihtilâl lideri olduğuna göre, ihtilâlin hedefi de iktidardır. Bu çok basit bir mantık. Kaldı ki AKP'nin iktidara gelmesi, getirilmesi, Mirzabeyoğlu'na ola düşmanlıkla alakalı. O'nun iktidar yürüyüşünü durdurmak için olduğu, İslamcı mücadele tarihi incelendiğinde apaçık gözükür. Kısacası AKP, varlığını, Mirzabeyoğlu’na, O’nun mânâsına olan düşmanlığa borçlu.

Bizim iktidara karşı düşmanlığımıza gelince. Bundan daha tabi bir şey olamaz. İBDA, işbirlikçilik ve teslimiyeti reddeden, her zaman dik duruşuyla, düşman olan değil, olunan mercidir. Zira sistem teklif etmektedir. Sistem çapında teklifi olanla, mevcut yapıya entegre olarak hayat sürmeyi marifet bilen arasında fark olsa gerektir. Ve mevcut yapıya entegre olmayı marifet bilen, elbette sistem teklif edeni düşmanı bilecektir. Sistem teklif etme çerçevesi içinde Mirzabeyoğlu, "Remz Şahsiyet"tir. "Remz Şahsiyet"e yapılan saldırı ve işkencenin devam ediyor oluşuna, birilerinin onlara düşmanlık ediyor olması bahane gösterilemez. Mevzuu tersinden ele almak olur. Sistem teklifi yapanın yerine kendisi geçmek için her tülü üç kağıdı çeviren, daha sonra da iktidara geldiklerinde, getirildiklerinde de vazifeleri icabı Remz Şahsiyet'e işkence etmeye devam eden vasfıyla AKP, düşmanlık oklarımızın hedefine kendini koymuş oluyor.

Todora Hanım'ı yazdıkları ve meseleye gösterdiği ilgi ve alakadan dolayı yine tebrik ediyoruz. Bu hakikati başa alarak devam edelim...

Şimdi, birileri bu işi manipüle edip, yani AKP'ye olan düşmanlık meselesini... Ki, AKP'ye karşı gerçek ve tek muhalefet biz kaldık, apaçık ortada. Bu muhalefeti de devre dışı bırakmak için, en zayıf noktadan saldırıp, idrakleri iğdiş etmeye, muhalefeti, düşmanlığı boşa çıkarmaya çalışıyor olmasınlar?

Malum, şeytan, "ben şeytanım!" diye gelmez ki, hak suretinde gözükür. Cehennemin yolları da iyi niyet taşlarıyla döşelidir.

Ortada bir haksızlık ve zulüm var. Hem K'nın şahsına, hem de bütün insanlığa karşı işlenen bir suç var. Evet, bu durum hukuki bir vaka aynı zamanda. AKP iktidarının suç işlediğini, Teodora Hanım da zımnen kabul etmiş oluyor yazdıklarıyla. Suç var, adaletsizlik var, bir suçun, adaletsizliğin izale edilmesi için rüşvet istercesine, "Ya siz de hak gördüklerinizi söylemeyin, düşmanlık etmeyin!" demek olur mu? Peki, K dışarı çıkmış olsun, O, kendisine yapılanların hesabını sormayacak mı AKP'den? Yapanlardan? Remz Şahsiyet'e yapılmış, Remz Şahsiyet olduğu için yapılmış bir saldırı, artık nefsi olmaktan çıkmıştır. Bu mânâyı hisseden herkes bunu nefsine yapılmış kabul eder. O mânâyı hissetmeyenlerin dahi şahsına yapılmış bir saldırı olduğu ise ayrı bir mânâ. Remz olduğu davaya ve son tahlilde o davanın sahiplerine yapılmış bir saldırı. Yani bu saldırıyı O'nun dahi affetme yetkisi yok. O'nun şahsında "sistem"e yapılmış bir saldırı. AKP'nin bu denli bir planlama ve cesaret sahibi olmadığını hepimiz biliyoruz. Buna tek başına AKP'nin ne gücü yeterdi, ne cesaretleri var. Arkalarına aldıkları ve o telegram cihazını kullanmayı kendilerine emreden merkezlerin gücünü kullanmaktalar. Yani savaş, tam da İngiliz Mehmed'in ifade ettiği üzere, "Küreselcilerle, milliyetçiler arasında!" Küreselciler, kendileri gibi işbirlikçi teslimiyetçiler, milliyetçilerse, bu ihaneti reddeden kim varsa o. Mesele bir savaş yani Teodora Hanım. Bu savaşı algılamazsanız, AKP'yi çözüm merci olarak görmekte mazursunuz demektir. Ama çözüm merci AKP değil, olsaydı AKP'yi bertaraf etmekle bu iş hallolurdu ki o da fazla emeğe gerek kalmayacak bir işti. Bu bir savaş ve savaşta çare, netice, tarafların savaş süreci içerisinde çözülmeye başlamalarıyla kendini gösterecek. Bu kanlı sürece girmemize mani olmak adına, düşmanın attığı oltaya kapılıp, "savaşmaktan vazgeçin de Mirzabeyoğlu'nun salınıvermesi yolunda engel olmaktan çıkın!" yollu ikazınızın, şeytani olmadığına nereden emin olabilirsiniz? Değil mi, bunun savaş olduğunu bizzat AKP'nin, yani çözüm merci dediklerinizin kendileri itiraf etmiyorlar mı?

İadei muhakeme meselesi ise, ifade ettiğim üzere, hukuki bir bahis ve Mirzabeyoğlu'na yapılan hukuksuzluğa karşı, başında bulundukları ve namusları demek olan hukuklarına ne kadar riayet edip etmedikleriyle alakalı. Hak olan bir şeyi yapmak mecburiyetindeler. Yapmadıkları her saniye, kendi hukuklarının ırzına geçiyorlar demektir. Adamı bu sapıklıktan vazgeçirmek için, sapıklığını haykırmaktan vaz mı geçelim? Garantisi ne? Yani böyle bir garanti de yok, haksızlık karşısında susmanın, şeytanlığın. Nereye kadar susacağız? Vadeleri bu günden yarına ata ata, ha bu gün, ha yarın diye diye, nereye kadar? Hak bu mudur, vicdan bu mudur?

Mirzabeyoğlu, Remz Şahsiyet olarak, zamanı gelince çıkacaktır, ama öyle, ama böyle.

Mesele konuşulsun, herkes eteğindekini döksün, ve herkes söylediklerinin, yaptıklarının arkasında erkekçe, mertçe dursun. Teodora Hanım'ı bu mert tavrından dolayı ayrıca tebrik ederiz, herkese de örnek olur inşallah.
 
Evet, herkes söylediklerinin arkasında mertçe dursun, karnından konuşmasın, biz son tahlilde bir ihtilâl hareketiyiz ve yaptıklarımızın ve yapmadıklarımızın hesabını vereceğiz. Cephe esprisine gelince, bu da farklı alan ve mizaç farklılıklarının görünmesi için olduğu kadar, yavşakların ve sümüklülerin de ortaya çıkması için aynı zamanda. İhtilâl süreci, bu çerçevede bir arınma sürecidir de. Tabi bu ifadelerim Teodora Hanım'ı hedef almıyor. O'nun böyle İbdacılık, ihtilâlcilik gibi bir iddiası zaten yok. O, kendi samimiyeti dairesinde, doğru gördüğünü ifade etmiş, ne güzel de yapmış.

Mesele açıldı, hadi devam edelim o zaman.

İbdacı olmak, ihtilâlci olmayı gerektirir. Yoksa iş, bir zamanların Necip Fazıl'ı sevenleri gibi, Salih Mirzabeyoğlu'nu Sevenler Derneği gibi bir şeye dönüşür. Hani şu komünist Troçki, raporunda demekteydi ya, "Bunlar Komünist olabilir ama, ihtilâlci asla!" İşte öyle, SM'yi sevenlerden olmak ayrı, SM’nin bizzat “varlık gayem” dediği davasının muradı olarak ihtilâl hareketinde yer almak, yer almayı istemek ayrı.

İhtilâl hareketi içinde olmayan birinin, böylesi bir çıkışla, SM için iadei muhakeme istemesi, gayet hoş bir durum. En azından vicdanen bir mesuliyetin ifası. Ama ihtilâl hareketi içinde olup veya öyle olduğunu iddia edip veya öyle olduğu izlenimi vermeye bayılıp, diğer yandan da iadei muhakeme işini tek çıkar yol olarak takdim etmek, olmaz. İadei muhakeme için çalışmak ayrı, kimseye de çalışmasın demedik ya, ama bunu hareketin mekezi stratejisi gibi takdim etmek, “buna mani olacak şu şu faaliyetler iptal edilsin, şöyle böyle konuşulmasın” demek, haddi aşmak olur.

Asıl ve en önemli tehlike, Mirzabeyoğlu'nun ihtilâl lideri olması hakikatini ikinci plana düşürecek, kitlelerde böyle bir algılamaya yol açacak tavırlar. Bu tavırların yer etmesi.

Tekrar hatırlatalım, Mirzabeyoğlu'nun fikirleri doğrultusunda bir çok insan can aldı can verdi. Ve Mirzabeyoğlu, Türkiye'deki Batıcı rejimi, emperyalistlerin elinden çekip alma kapasitesini ortaya koyduğu için bu cezaya çarptırıldı. Düşmandan da başka türlüsünü beklemiyordu. Ve şimdi, o emperyalist taşeronu rejim, efendileri ile beraber tarihin çöplüğüne doğru gittiği ortaya çıkmış olarak, sakın bizlerin ihtilâlci tavrımızı, muhalefetimizi törpülemek adına, hak suretinde oyunlar oynuyor olmasın? Ali Bulaç'ın yazdığı yazı? Gülerce'nin ziyareti?

Şimdi bütün bunları niye belirtme ihtiyacı hissediyoruz, dediğim gibi, hukuk mücadelesi adına söylenenler bir yana, "sizin faaliyetleriniz, bizimkilere köstek oluyor!" dendiği zaman, durum değişiyor. Hukuk mücadelesi çerçevesinde, hukuki bir durum tesbiti olarak, Mirzabeyoğlu'nun eline silah alıp eylem yaptığına veya eylem talimatı verdiğine dair bir delil olmaması ayrı bir mevzu, O'nun ihtilâl lideri olarak, fırsatı eline geçirdiğinde, eline silah alarak bu köpeklerin kökünü itlaf edecek olması ayrı.
Hukuki süreç ve hukuk mücadelesi, hukukçuların işi. Onlar kendi alanları ile ilgili olarak, ellerindeki delilleri, mevcut hukukun icapları dairesinde ortaya koyup dökmekle mükellef. Biz ise hukukçu değiliz, bizim böyle bir mesuliyetimiz ve mecburiyetimiz yok. Bilakis, ihtilâlci olma mesuliyet ve mükellefiyeti dairesinde, biz de kendi mizaç ve meşrebimizce kendi doğrularımızı ortaya koymakla mükellefiz. Aslında mesele bu kadar basit.

Burada bir noktaya daha dikkat çekelim, hem de yıllar öncesinden K'nın dikkat çektiği bir noktaya. Sol ihtilal hareketleri üzerinden, bizlere verdiği bir derse. Solda yazan-çizen adamla savaşan adam arasındaki his farklılaşmasından mütevellit ortaya çıkan sakat bir durum... Tabi bunu sol kendine çeki düzen versin, yazan çizen adamlar, kendilerini savaşan adamın ruhiyatına uydurmaya baksın diye söylemediğini anlamak için ahmak olmamak yeter.

Sivil Toplum faaliyeti, şu faaliyeti, bu faaliyeti ile o faaliyetin kendi hedefleriyle, her türlü silahla mücadeleye dair bir hayatı tercih etmiş ve örgütlenme gereği çerçevesinde faaliyet gösteren, göstermeye çalışan adamın hedefleri arasındaki farkın farkına nazaran, problem çıkmaması adına, herkesin kendi durduğu yeri doğru tesbit etmesi, edebilmesi ilk şart.

Not: Bu yazı, "Direniş ve Zafer" Facebook sayfasında konuyla ilgili yaptığımız yorumların tashih edilmiş halidir.

23 Kasım 2011 Çarşamba

SON DEVRİN DİN MAZLUMLARI VE...

Öğle vakti TV'de RTE konuşmaktaydı; partisinin il başkanlarına hitaben…

Dinden, vicdandan, namustan bahsediyor. Dersim'e kendilerinin nasıl çok daha önceden sahip çıktıklarını, bu günkü çıkışlarının sadece siyasi bir hamleden ibaret olmadığına ikna etmeye çalışıyor kendince.

Bu ikna çabasını da -beklediğim gibi- Üstad'ın “Son Devrin Din Mazlumları” kitabını elinde sallayarak delillendirmeye çalışıyor.

Birilerinin yazdığı ve bedelini ödediği bir kitap, başkasına delil olabilir mi?

Bir kere, RTE, zulme karşı durmamıştır ki Son Devrin Din Mazlumları’nı ağzına alabilsin.

Bu adama şunu sormalı, "Madem Necip Fazıl'a o kadar bağlısın, madem zulme o kadar karşısın, Necip Fazıl'ın, "Onlar benim peşimden gelmeyecek, ben onların arkasından koşacağım!" diye takdim ettiği Salih Mirzabeyoğlu'na niye düşmanlık etmektesin? Madem zulme karşısın, Salih Mirzabeyoğlu'na niye işkence etmektesin? Dersim zulmü, sizin Salih Mirzabeyoğlu'na yaptığınız işkencenin yanında solda sıfır kalır!

Mücadele, zamanın zalimine karşı verilir. Necip Fazıl bu gün yaşamış olsaydı, size karşı en gür seda ile bayrak açanlardan olurdu ve sana da "ŞERDOĞAN" derdi. Sen ki milyonlarca müslümanı katleden, binlerce bacımıza tecavüz eden Haçlı sapıklarına, işgal ettikleri Irak'tan sağ salim evlerine dönemsi için dua eden, Haçlı zulmünü meşrulaştıran, Haçlı sapıklığını, tecavüzlerini görmezden gelen, Haçlıların suç ortağı bir suçludan başka bir şey değilsin. Nasıl oluyor da Necip Fazıl'ın zulme karşı kaleme aldığı bir kitabı diline dolamaktasın, utanmadan, sıkılmadan.

Zamanının zalimi artık CHP değil, sensin, sen!

Sen, ŞERDOĞAN!

Zulmün müşahhaslaşmış hali; öyle ki bu halinle CHP'den bile tehlikeli bir iman ve ahlâk düşmanı sen.

Sen, CHP'nin bile tahayyül edemeyeceği bir imansızlık ve ahlâksızlık cereyanının yol açıcısı, sen İslam’ın en büyük düşmanlarının peçetecisi, işbirlikçisi, taşeronu...

Neymiş, kendisi o mücadeleyi vermiş...

Şu lafa bakar mısınız, hemen kendisini Necip Fazıl’la eşleştiriveriyor.

Ne mücadelesi?

Üstad'a demediklerini bırakanlar bunlar değil miydi?

Üstad o zaman Erbakan'a tavır aldığında, bunlar Üstad'a olmadık hakaretleri, karalamaları, saldırıları yapmamışlar, Üstad’ı mücadelesinde yalnız bırakıp, arkadan vurmamışlar mıydı?

Şimdi de Üstad üzerinden parsa toplamaya çalışıyor. Fethedilen alanda fatihçilik oynamaya kalkıyor.

Sahibi olmadığı mânâların maliki gözükmeye bayılıyor; Yürüyen Takım Elbise!

Ne mücadelesi?

Kasımpaşa'da bununla beraber olanlar bilmiyor ve anlatmıyorlar mı ki, 80 öncesinde en ufak bir tehlike belirten bir iş-eylem olduğu vakit ortada olmayan RTE, nerde 3-5 kişilik bir kalabalık olsa başlarında nutuk atmaktadır.

Bu davanın gerçek mücadelesini verenler, bedel ödeyenler, davalarında samimi ve zulme ve zalimlere karşı hâlâ mücadele etmeye devam ederlerken, RTE ve yanındaki parsacılar -evet, Üstad bunlara parsacı diyordu, değil mi?- Haçlı zalimler için dua ediyor.

Mücadele, zamanının zalimine karşı verilir. Yoksa Ebu Cehil'e söv söv dur, Tebbet'i oku oku dur. Zamanının iktidar sahibi, güç kudret sahibi Amerika'yı hedef almadıktan, bırak hedef almayı işbirlikçilik yapmayı, taşeronluğu, o zulümlere Eşbaşkanlık yapmayı marifet gibi gösterdikten sonra, sana Müslüman denebilir mi? İstediğin kadar kelimei şehadet getir.

Ey Şerdoğan Recep!

Madem Necip Fazıl diyorsun, cevap ver: Necip Fazıl'ın, "onlar benim peşimden gelmeyecek, ben onların arkalarından koşacağım!" dediği Salih Mirzabeyoğlu'na niçin işkence yapmaktasın, zulmetmektesin, yok etmeye çalışmaktasın?

Remz Şahsiyet’i hedef almış olan sen…

Cesaretin, yüreğin, adamlığın, vicdanın varsa buna cevap ver.

Bu sorulara cevap vermeni elbette beklemiyoruz. Ama bu soruları nasıl olsa gün gelecek, baş başa kaldığımızda soracağız. Şimdiden yalan hazırlamaya başla Amerikan işbirlikçisi. Zalimlerin şahı, Müslümanların düşmanı, Süfyan!

22 Kasım 2011 Salı

HADİSELERİN MUHASEBESİ

AKP ENKAZ ALTINDA KALDI!

Van depremi AKP iktidarının, Ilımlı İslam-Allahsız Müslümanlık rejiminin, sisteminin çürüklüğünü, vurdumduymazlığını, bencilliğini, nefsaniyetini ortaya koydu.

Oğluna aldığı gemi için, “gemicik” diyen ve, “ne var bunda, 300-500 bin dolar peşinat ödeyen, taksitle böyle bir gemiciği alır” diyen adam, Van’da evsiz kalanlara çadır bulamadı. İnsanlar, derme çatma naylon barakalarda kar altında yaşam mücadelesi veriyor. O barakalarda çıkan yangınlar bebelerin canına mal olmaya devam ediyor.

İşin bir diğer vahim tarafı ise, AKP’nin, bizi, can düşmanımız İsrail’e muhtaç etmesi…

Sonra, “bakan”ın biri çıkıp, “yeni deprem olmaz, evlere girin!” diyor, ardından gelen depremle neler yaşandığı malum. Bakan efendi, ölülerin karşısında gayet pişkince, “ne yani Van’ı boşaltın mı demeliydim!” diyor. Ne oldu, “Van’ı boşaltın” demedin de şimdi Van boşaltılmıyor mu? İnsanlar kamyon kasalarında, şu kışın ortasında yollara düşmedi mi?

Allahsız ve ahlâksız Ilımlı İslâmcılığın halkımıza karşı gerçek tavrı ortaya çıkmış oldu.

AKP FIRILDAKLARI – CARİ AÇIK

AKP’nin “al takke ver külah” ekonomisi yolun sonuna geldi. Babacan yurt dışında para aramaya çıktı, ama el açtıkları artık kendi can dertlerine düşmüşler, pek destek olacak halleri kalmamış.

Hükümetin bir kısmı gelmekte olan felakete dair ipucu mahiyetinde ifşaatlarda bulunur, ağzından laf kaçırırken, diğer bir kısmı ise onların söylediğini yalanlayıp, güllük gülistanlık bir tablo çizmekte.
AKP’nin çarelerden çare beğenme gibi bir lüksü yok, elde avuçta ne varsa satacak, zam ve vergilerle, sosyal güvenlik harcamalarında kısıntılarla, borcu çevirmeye çalışacaklar. Bakalım bu illüzyon, bu üç kağıt, daha ne kadar devam edecek.

Bu yaz biraz lunaparklarda çalıştım, içeriden müşahede etme imkanım oldu lunapark alemini. Bayağı fırıldak çevrilmekte. Ama şunu söyleyebilirim ki, lunapark fırıldakları AKP’ninkiler yanında çok masum kalır.

Lunaparkta bu fırıldaklara ayıkan ve biraz da cesareti olanlar, isyan edip sesini yükseltince, kaptırdıklarını geri alma şansını da yakaladılar. İhtilâller de böyle oluyor biraz. Ve, barutuna ekmek karışan ihtilâller illa patlar ki, AKP’nin sahte dengelerle bu işi götürebileceği yerin sonuna geldik inşallah. Başyücelik Devleti’ne giden yolu AKP daha fazla tıkayamaz.

AKP, PKK İLE GÖRÜŞMEYE DEVAM EDİYOR

Perde önünde PKK’ya karşı en ağır hakaret ve saldırıları yapan AKP’nin, perde arkasında görüşmelere devam ettiği ortaya çıktı.

En son Oslo’da, hakan Fidan’ın iştiraki ile yapılan görüşmeler basına yansımız ve orada AKP ile PKK’nın yüzde doksan beş anlaştığı bizzat AKP temsilcileri ağzından ifade olunmaktaydı.
Şimdi yeniden başlayan görüşmeler, Barzani gözetiminde yapılmaktaymış.

Taraf gazetesinin haberi böyle.

Eh biz inanmadık tabi, koskoca Kasımpaşalı Recep, üç beş çapulcuya boyun eğecek değil ya? hem tam da Arınç, “bellerini kırıyoruz!” derken.

FÜZE KALKANI’NA PROTESTO

Kürecik’te kurulan füze kalkanına karşı oluşan “Füze Kalkanı Karşıtı Platform”un çağrısı ile Malatya kent merkezinde sendikaların, siyasi parti ve demokratik kitle örgütlerinin, yöre derneklerinin, Kürecik köylülerinin katıldığı “ Füze kalkanına hayır!” mitingi düzenlendi.

“Demokrasi, demokrasi” diye yeri göğü inleten, “vesayet”e karşı olduğunu damarları gözükecek şiddette bas bas bağıran siz sahtekârlar.

İşlerine gelen yerde, “sandığa alışın” diyerek referanduma giden samimiyetsizler!
Haydi bakalım, yiyorsa, sıkıyorsa, koyun şu sandığı milletin önüne de, görelim, Füze Kalkanı isteniyor mu istenmiyor mu?

Vesayete karşılarmış…

Amerikan vesayeti ile Füze Kalkanı olunca memnunsunuz ama!

BU TAKSİMİ KURT YAPMAZ, EMPERYALİSTLERİN ÇAKALLARI YAPAR!

Yunanistan’ın işi bitti. Vesayet altına aldılar. Demokrasinin beşiğinde (!) iktidarı, kendileri adına iş görecek birine teslim etti emperyalizm.

Yıllar önce bizde de bu değişim yaşanmış, Kemal Derviş vasıtasıyla zamanının TC hükümeti vesayet altına alınmıştı. Irak’a saldırı hazırlığında olan emperyalizme bu iktisadi vesayet yetmedi, iktidarı değiştirdiler. Nihayetinde siyasî iktidarı da AKP ile vesayet altına aldılar. Ecevit’e anti-emperyalist bir mânâ izafe etmiyoruz, kendi iç çekişmeleriydi yaşanan. Emperyalizmin dönem dönem böyle müdahalelerine şahidiz.

AKP’nin övündüğü iktisadi başarının temelinde aslında emperyalizmin Kemal Derviş vesilesiyle dayattığı melaneti, AKP’nin harfiyen tatbik etmedeki kararlılığı vardır.

Tenakuz gibi geliyor, bir tarafta izafi bir başarı, diğer tarafta emperyalizm…

İlk yazımızda bu başarının aslında “Felix Culpa”dan ibaret olduğunu belirtmiştik.

Mutlu Cinayet…

Vatanı emperyalizme peşkeş çekmek karşılığı, emperyalistlerin verdikleri destekle nisbeten elde edilen bir denge…

O günlerde bir detay haber: Türkiye’nin gelir dağılımındaki adaletsizlik o noktaya gelmişti ki, sosyal patlama riskine karşı, Haçlı dünyası, Türkiye’yi kaybetmemek, iktidardaki işbirlikçilerini korumak maksadıyla, Sosyal Riski Azaltma Projesi adıyla, toplumun en alt gelir seviyesindeki kesimlerindekilerin isyanının önüne geçebilmek maksadıyla, sosyal yardım projelerini gündeme getirmişlerdi: Yeşil Kart, kömür, pirinç, nohut vs…

Öyle ya, toplumun en çok kazanan yüzde onluk kesimiyle en az kazanan yüzde onluk kesimi arasındaki fark 10 kata ulaşırsa o ülkede ihtilal olması eşyanın tabiatı icabıydı. Türkiye’de bu fark bırakın 10’u, 30’lara çoktan ulaşmış durumda.

“Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa!”

Kurt yapmaz ama, emperyalizme çakallık yapanlar yapar…

30 katı aşan farka rağmen, isyanın olmayışının sebebi sadece birkaç paket pirinç, birkaç çuval kömürle izah edilemez elbette.

Bu noktada AKP üzerinden oluşturulan sahte kutuplaşma ve halkın bir yerde, “top mu tereyağı mı?” tercihiyle karşı karşıya bırakıldığını söyleyebiliriz.

Fazilete göre mi yaşamalı, hazza göre mi?

Müslüman Anadolu ahalisi, hazza dayalı yaşamanın temsilcisi olarak gördüğü Batıcı, çağdaş değerleri savunduğunu iddia eden ulusalcı vs. kesimler üzerine yapılan operasyonlar saikiyle, Batıcılığa ve Batılılaşmaya karşı kendinden gördüğü AKP’nin zulümlerine sessiz kalmayı, yaşadığı açlığı ve sefaleti bir müddet daha gündeme getirmemeyi tercih etti.

O zaman da ifade etmiştik ki, ulusalcıların en büyük yanlışı, laiklik siperinde vatan müdafaası yapmaya kalkmaları oldu, bu gün de aynı hata ile vatan müdafaasını malül bırakmaktalar. Tahkimat yanlış yapılırsa, savaş en baştan kaybedilmiş olur. Misal, AKP’nin kapatılması davasında, tek başına BOP Eşbaşkanlığı yeterken, asıl kapatma sebebi BOP Eşbaşkanlığı olması gerekirken, “laiklik” gibi bir sebeple açılan kapatma davası, laikliği hiç de önemsemeyen Müslüman Anadolu ahalisi nezdinde, AKP için bir teveccüh sebebi olmaktan ileri gidemedi. Neticesi de malûm…

Top mu tereyağı mı?

Hazza göre mi yaşamalı, fazilete göre mi?

Müslüman Anadolu ahalisi, tercihini -müşahhas ifadesi yanlış olsa da-, faziletten yana kullanmış olmakla kendindeki o müthiş potansiyeli bir kez daha ifşa etmiş, ortaya koymuş ve büyük oynayanlarla büyük oynama kabiliyetinin bir kez daha ispatçısı olmuştur.

İşte O’nun, Anadolu’nun vehmettirdiği bu büyük potansiyel karşısında saygıyla eğilmek ve bunu anlamak ve bu potansiyeli bir kuruntudan ibaret bırakacak AKP işbirlikçiliğinin bu potansiyeli pörsütücü, imha edici tehlikesi karşısında da pür dikkat olmak durumundayız.

Bu potansiyelin doğru mecralarda doğru ifadesi için gereken ilk şart, AKP’nin deşifre edilmesi ki, bu yolda da sahte kutuplaşmalara sebebiyet verici bir dil kullanmakta ısrar eden ve bu saikle sahte kutuplaşmanın devamına sebebiyet teşkil edenler, AKP’nin kendini gizlemesi yolunda en büyük koz olmaktalar. AKP, kendi meşruiyetini, bu sahte kutuplaşmacı dili öne sürerek sağlamakta.

Vatan elden giderken, vatanı laiklikle kurtaracağını zannedenler, yarın ellerinde bir vatan kalmadığında mı akılları başlarına gelecek? Laiklik ezberleriyle daha ne kadar AKP ekmeğine yağ sürmeye devam edecekler?

Kurtuluş Savaşı, Müslümanların, kendi önceliklerini geride bırakarak, vatanın kurtarılması adına Batıcı değerleri savunan kadrolara destek vermesi ile başarıya ulaşmıştı. İBDA’nın üzerindeki mührü taşıyan Esseyid Abdulhakîm Efendi Hazretleri’nin Kurtuluş Savaşı’na verdiği destek malûm… Böylesi dönemlerde, başarıya, reel şartlar çerçevesinde savaşı kazanmanın nasıl ve nerde birlik sağlanmasıyla mümkün olabileceği üzerinde verilecek doğru kararlarla ulaşılabilir. İdeolojik formasyonları olmazsa olmaz sadedinde öne sürmek, son tahlilde emperyalizme, işgalciye tersinden de olsa yardım etmekle eş.

DERGİMİZ.NET 4. SAYI (22 KASIM 2011)

www.dergimiz.net

SURİYE İLE SAVAŞ

“Savaş” tabirini bildiğim kadarıyla ilk kullanan İbrahim Karagüldür; ki, haklıdır… Mevcut durumda AKP sayesinde Türkiye, Suriye’ye karşı fiilen bir cephe ülkesi konumuna gelmiştir, resmen olmasa da fiilen bir savaş başlamıştır.

Zira Suriye isyancılarının elebaşları AKP iktidarı tarafından korunmakta, Suriye’de iç savaş çıkartmaları için kendilerine yardım ve yataklık yapılmaktadır. Onlar da buradan aldıkları destekle Suriye içinde terör faaliyetleri yürütmekteler, Suriye ordusuna ait hedefleri vurduklarını ilan ediyorlar.

Suriye ordusundan kaçtığı ve albay olduğu iddia edilen bir asi, Özgür Suriye ordusu denilen ve Suriye ordusu kaçaklarından müteşekkil 15 bin kişilik bir asi güruhuna komuta ettiğini basına beyan etmekten kaçınmıyor. Kendisini Samandağı’nda Türk (!) askeri korumaktaymış.

RTE ise, Cengiz Çandar’ın açıkça ifade ettiği üzere, ABD’nin, Haçlı-Yahudi emperyalizminin taşeronu olarak ileri atılmış ve BOP Eşbaşkanlığı çerçevesinde kendisine verilen görev icabı Suriye’yi demokratikleştirmeye çalışmakta.

Ne de olsa amirlerinden sıkı disiplin almış, kurs görmüştür. “Bekçi Murtaza” psikolojisi ile, Irak, Libya ve Afganistan’da edindiği tecrübeyle, kendi başına harekete geçmiştir geçmeye ama yine de Haçlı refiklerine kızgındır, kendisini yalnız bıraktıkları saikiyle teessüflerini bildiriyor: Suriye’de petrol olmadığı için mi Libya gibi hemen saldırıya geçmediniz de beni yalnız bırakmaktasınız!

AKP-RTE’ye soracak olursanız, Suriye’ye cephe açmalarınız sebebi tamamen ahlâkîdir. Suriye’nin demokratikleştirilmesi, AKP’nin olmazsa olmazıdır. Zira Suriye devleti halka zulmetmektedir. Kendi halkını enkaz altından kurtaramayan, kurtardıklarını kara kışın ciğer delici soğuğuna teslim eden bir iktidar, milyonlarca Yeşil Kartlı aç, çıplak, ele-güne muhtaç vatandaşı olduğuna bakmadan, Suriye halkını kurtaracak öyle mi? Her ne kadar Suriye’deki duruma müdahale teşebbüsü ile Türkiye’nin içerideki vaziyeti farklı kategoriler gibi gözükse de temelde ayını yanlışa istinat etmekte: Emperyalizm.

Emperyalizme dayalı iktidarların Türkiye’yi getirdiği içler acısı hâle bakmadan, emperyalizm adına komşumuza karşı fiilen savaş açma noktasına gelmiş olmamız.

Haçlı terörizminin ele başı Amerika, İslam coğrafyasında yaptığı üst üste saldırılar neticesi gittikçe yıpranmış ve maddi güçten de düşmenin verdiği açmaza karşı yeni bir strateji geliştirmiştir: Arkadan Liderlik…

Arkasına geçtiği kuklalarını Haçlı emelleri doğrultusunda kullanan Amerika, böylece hem kendi imajını yıpratmamış olacak, hem de işin maddi külfetini en aza indirgeyecek.

Bu strateji çerçevesinde arkasına geçtikleri ilk yapı AKP ve RTE oldu.

AKP’nin ileri gelenleri, mürtedi, münafıkı, Davidson’u, Gül’ü, Arınç’ı vs, arkalarına geçmiş Amerika’dan aldıkları arkadan destekle, Suriye’ye karşı sallamaya başladılar.

İyi de koçlar, siz daha kendi vatandaşlarının hesabını İsrail’e sormaktan aciz, Seyrü sefer güvenliğini sağlamaktan aciz varlıklarken, nasıl oldu da birdenbire böyle aslan kesiliverdiniz?

İşte bütün mesele burada, arkadan alınan destekte. Tedaisi NYMHA’lar… AKP’nin NYMPHA’laştığını görmemek için kör olmak gerek.

Nymhalar, arkalarından aldıkları destekle nasıl efendileri adına saldırmakta ve bunu yaparken de kullandıkları imkan ve gücü sanki kendilerinin malıymış gibi sunmaktaysa, AKP kodamanları da aynı şekilde, Suriye ve diğerlerine sulanırken, saldırırken, sanki kendi iktidarları ile bunu yapmaktalar. O arkadan destek olmasa, işte Mavi Marmara neticesi ortada.

Irak’a asker gönderme konusunda gayet alicenap davranan, “tezkereye hayır, bana hayır demektir!” diyerek, Amerika menfaatleriyle kendi şahsını özdeşleştirdiğini ilan eden, tezkereye hayır diyenleri, kendisini astırmak istemekle suçlayan ve akabindeki seçimlerde onları tasfiye eden… Katil ve cani sürüsü sapıkların evlerine sağ salim dönmesi için dua ettiğini efendisi nezdinde ilan etmekten geri durmayan, “Afganistan’a gel!” dediklerinde tereddüt etmeyen, Libya’ya daha BM kararı çıkmadan koşturuveren, İzmir’i haçlı saldırısına üs yapmaktan imtina etmeyen, Irak yerle bir olur, katliamlar yapılırken sesi soluğu çıkmayan ama Suriye’de en başta harekete geçen…

Daha önce belirtmiştik, emperyalizmin Suriye ve İran saldırısı, Füze Kalkanı ile paralel seyredecek. Füze Kalkanı’nı 2012 başına faaliyete geçirecek olmaları düşünüldüğünde, İran ve Suriye saldırılarının da tarihi az-çok ortaya çıkar.

İsrail, varlığını devam ettirmek için saldırmaya mecbur. Yani mesele İran’ın alacağı tavırdan öte, İsrail’in varlık meselesi. Evet, İran tarih boyunca hep Ehli Sünnet’i arkadan vurdu ama işte bu gün devlet planında Ehli Sünnet’i temsil edecek bir yapı kalmadığından, yani İran’ın arkadan vurabileceği bir yapı kalmadığından, şimdi kendi hesaplarını bölüşmek mecburiyetindeler.

İsrail, hiçbir şekilde, İran’ın nükleer güce sahip olmasına göz yumamaz. Saldıracaktır. Tabi bu saldırıya İran ne derece karşı koyabilir, göreceğiz. Karşı koyarsa, ciddi bir savaşa girer. Yok, karşı koymazsa, o zaman da anti-emperyalist, zulme karşı baş eğmez Fars-Şia efsanesinin sonu olur.

Ciddi bir savaş için her iki tarafta da hazırlıklar yapılıyor.

Amerika’nın Irak’tan çekilmesi, İsrail’in Şalit’i kurtarmak adına esir takasına girişmesi ve en son AKP ile arayı yeniden yapmak adına Türkiye’ye gönderdikleri eski Mossad şefi vs. hep buna dair. Öyle ya, stratejik ortaklığı olanların arasındaki perde önü sözde çatışma ve sürtüşme görüntüleri elbette zamanı geldiğinde izale edilebilecek şeyler.

Bu sürtüşme ve çatışma görüntüleri bu güne kadar devam etti ama işte artık gelinen noktada bunu daha fazla devam ettirmenin bir mânâsı ve faydası da yok. Kandırdıkları kadar adam kandırıp, kazandıkları kadar zaman kazandılar. Bu sayede, bir çok kesimi, kişiyi, kendilerine karşı muhalefet etmede tereddüde düşürüp, kesin tavır alamaz hale soktular ki işte İBDA’cıların AKP’ye karşı almış oldukları kesin ve net tavır, bütün Müslümanların haysiyetini de kurtarıcı olması bakımından gayet mühim. Kartlar artık tamamen açık oynanacak.

Bu saatten sonra, AKP’ye karşı daha net tavır alışlar göreceğiz. AKP üzerindeki sihir bozulmakta. Emperyalizme karşı tavır almanın, AKP’ye karşı tavır almak demek olduğu, AKP’nin adını anmadan, anti-emperyalist mücadelenin yakın hedefine AKP’yi oturtmadan, anti-emperyalist mücadeleden bahsedilemeyeceğini daha çok insan anlayacak. Ve biz İBDA’cıların AKP’ye karşı almış olduğu kesin ve net tavrın hakikati apaçık ortaya çıkacak.

İşte, şuurlarda teşekkül edecek bu hakikat, İslâm inkılâbına açılacak ihtilâl kapısının anahtarı olacaktır.

2011 Kasım-Kesim ayında tezahür etmeye başlayan bir mânânın müşahidi-ifşacısı olarak belirtelim ki, 2012, zaferlere gebe…

Bu mânâ çerçevesinde bir hatırlatmada bulunalım, AKP’ye karşı alınması gereken net ve kesin tavrı bir an önce almaya bakmak ve bu ihanet ve işbirlikçi şebekeden hâlâ müsbet adımlar atmasını bekleyici, davet edici dil kullanmayı bir an önce terk etmek gerek. Savaş şartlarında, savaşın dili kullanılır. Düşmandan medet umar şekilde, müsbet adımlar atmasını dilemek, acziyet ifadesinden öte bir şey olmaz. Hâkim bir davaya da mahkûm tavır yakışmaz.

AKP’nin sözde İslamcılığı kendisine karşı halk tabanında tavır alınmasını engelliyorsa, bunu kırması gereken, AKP’ye karşı net ve kesin tavır alışlarıyla İBDA erleri olmalıdır.

Ne yani, AKP’ye karşı tavır almak için, ille de AKP işbirliğindeki haçlı piçlerinin evinizi basmasını ve evdeki ırzınıza namusunuza tecavüz etmesini mi bekliyorsunuz?

Şayet, Irak’ta basılan binlerce ev ve ırzına geçilen binlerce bacınızın acısını hissetmiyor, bunda AKP’nin payını göremiyor ve en önemlisi de bunu şuurlaştıramıyor, şuurlaştırmanız gerektiğinin şuuruna eremiyorsanız, ağlamayı bırak, ağlar gibi yapmanın gerektiğini anlamıyorsanız, yapacak bir şey kalmamış demektir.

CİHAD KOLGEZEN

DERGİMİZ.NET 4. SAYI (22 KASIM 2011)

www.dergimiz.net