sancak yine salınsın

o burçta

devir putlarını çağın

bir vuruşta

yaman ol yine yaman

-dileyene kadar aman-

hesap soruşta. (S.M. Aydınlık Savaşçıları'ndan)

5 Ocak 2012 Perşembe

YA EMPERYALİZMİN PASTASI YA ÇAĞLAR ÜSTÜ MUTLAK FİKRİN NİZAMI

Yeni yıla dolardaki tarihi zirvelerle girdik.

Gidişatın -emperyalizm için- iyiye olmadığı açık...

Kan değerlerinden “dolar”daki bu hızlı yükseliş, tedirginliğe sebep olmakta… Merkez Bankası müdahalede bulunuyor, doları düşürelim istiyorlar. Anlaşılır bir tavır. Anlaşılmayan ise, asıl yapılması gereken müdahaleyi yapmaktan kaçınarak, hastayı gerçekten tedavi etmek yerine, durumu stabil tutmaya çalışmanın daha ne kadar süreceği; sürmeyeceği…

Mevcut şartlar, eldeki teknik imkânlar çerçevesinde, hayatımızı bundan öte kapitalist-liberal sisteme bağımlı geçiremeyeceğimiz görülmüyor, hâlâ kabul edilmiyor. Bütün alınan tedbirler, atılan adımlar, liberal-kapitalist sistem ebediyen devam edecek inancına göre ayarlanmış; ölü sanki canlanacak da, biz de ona entegre olarak yaşamaya devam edeceğiz. Tabi buna yaşamak denirse…

Liberal-kapitalist sistemin nasıl çarpıklıklara sebep olduğu ortada… İnsanların mutluluğunu hedefleyen iktisat, liberal-kapitalist zihniyetin elinde, insanlığı felâketlerden felâkete sürüklemekte... İnsanlığın liberal-kapitalist anlayışla sürüklendiği bu felâketler bir tarafa, sistemin kendisi ve işleyişinin temel parametresi olarak kabul edilen “Batı”nın kendi içindeki, “Batı”daki iflas bedahet. Batı dahi artık bu işin daha fazla bu şekilde gidemeyeceğini görmüş ve zaten finans kurumlarına yapılan müdahalelerle temelde liberal sistemin öldüğü kabul edilmiş. Yapılan, kapitalizmin durmuş kalbi liberalizme kalp masajı yapmak, vücutta belli noktalara toplanıp organların çoğundan çekilmiş kan ihtiyacını, dışarıdan kan nakliyle karşılamak suretiyle kapitalin, kapitalistin hayat bulduğu bünyeyi kurtarmaya çalışmak. İyi de mesele kan eksikliği değil ki; bünyedeki kanın, kapitalin beli yerlerde, belli ellerde toplanması, bünyenin kansızlığının sebebi bu. Bu hastalığı tedavi etmek yerine, hariçten toplanan kanı vücuda pompalamakla nereye kadar? Tabi bunun bedelini de ödeyecek olanlar belli, yine toplumun en alt tabakasındaki kesimlerinden alınacak kan, kapitalistin cebine aktarılacak. Sadece onlar mı? Kapitalist-liberal sistemin emperyalizmle mümkün olması saikiyle de, Batı, bu çöküşten kurtulmak için sömürmeye yönelecek, daha çok sömürmek isteyecek. Bu da yeni savaşlar demek. Ki, işte aslında 91’den bu yana yaşanan, Haçlı sürüsünün Irak’a saldırısı ile kapısı aralanan süreç de buna dairdi. Tabi, adamlar apaçık, “sizi sömüreceğiz, bize kanınız lazım!” demediler. “Sizi demokratikleştirmemiz lazım!”, “Sizi bu gerilikten kurtarıp, çağdaş dünyaya layık kılmak lazım, bu bizim medeniyet götürme misyonumuzun bir gereği!” diye çığlıklar atarak geldiler.

Batı’nın kendinde, kendinden başkalarını medenileştirme misyonunu görmesinin ne gibi felâketlere yol açtığına yüz yıllardır şahid olmamıza, bizzat bir zamanlar bizi dahi medenileştirmek için harekete geçmiş olmalarına karşılık, top-tüfekle bu medeni görünümlü sırtlanları bu topraklardan kovmuş olmamıza, “tek dişi kalmış canavar” diyerek yaftalamamıza mukabil, içimizden çıkan birileri yine bu yalanlara kanıp, Batı projelerinin bir parçası olmaya can atmakta.

Kimi Papa’nın Dinler Arası Diyalog projesinin bir parçası, bu misyona hizmet eden biri olmaktan gurur duyduğunu ilân etti, kimi de “BOP’un eş Başkanıyız, Medeniyetler Arası İttifak projelerinin eş başkanıyız” diye kasım kasım kasılmakta, kostaklanmakta değil mi?

Liberal-kapitalist Batı’nın çöküşü, bu çöküşü engellemek için başvurdukları siyasi tedbirler cümlesinden olarak eski vahşi emperyalist tekniklere avdet etmek zorunda kalmaları neticesi, yeniden askerî yoldan ülkeleri işgal etmek ve zenginliklere el koymak istemeleri. Bunda da Batı’nın içerideki dengelerinin olağanüstü bozulmuş olması yanında, saldırıya hedef olan ülkelerin sömürülmeye karşı koymaları baş amil olmakta.

Öyle ya, Irak, Libya, Afganistan zorla, silahla demokratikleştirilirken, Türkiye gibi ülkeler için buna ihtiyaç yok, bizdeki işbirlikçiler zaten olabildiğince demokrat…

Ve, geçmiş dönemlerin aksine olarak, yani Batı, geçmiş dönemlerde sömürge elde etmek için saldırır ve ele geçirdiği yerlerdeki zenginlikleri merkeze taşır, böylece yaptığı askeri harcamaları da fazlasıyla finanse ederken, artık öyle değil. Artık işgal ve yağmalama için gittiği ülkelerde hâkimiyet kurmakta zorlanmaktalar, hâkimiyet kuramamaktalar.

Nerde o savaş sonrası Japonya’nın anayasasını yazıp, tıkır tıkır sömürü çarkını kurabildikleri yıllar? Ne Afganistan, ne Irak, ne de Libya’da gerçek bir zafer, tamamıyla bir teslim oluş, halkın iradesini şartsız ele geçirme mevzubahis değil. Bundan dolayıdır ki direniş devam etmekte, direniş devam ettiği müddetçe de emperyalizm kan kaybetmekte. İşgalden beklediği sömürüyü, hesap ettiği verimlilikte sağlayamamakta… Haliyle, Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olma gibi, bir de askeri harcamalar ekstra bir maliyet getirmeye başlamış oluyor.

Bu gidişin gidiş olmadığı bedahet.

Ama gidecekleri, bildikleri başka bir yol da yok.

Ya sonuna kadar gidecekler veya zaten zamanı çoktan gelmiş sonlarına razı olacaklar, bu sonu hiçbir şey yapmadan beklemeyi kabulleneceklerdi. Ölümü hiçbir şey yapmadan beklemelerini ummak ahmaklık olurdu.

İşte bu sebeple, Suriye ve İran hamlelerinin, daha doğrusu Suriye ve İran’a karşı Türkiye’yi ileri sürmelerinin, Soros’un, “en iyi ihraç malınız ordunuz” diyerek ifade ettiği üzere, Mehmetçiğin kanını emperyalizm adına akıtmasının zamanı gelmiş gözüküyor.

Bunun için de AKP’ye ver gazı: Yeni Osmanlı, bölgesel liderlik, pastadan bizim de pay almamız lazım…

Kansızın biri Irak’ta yaşanan katliamın ardından Irak’ın zenginliklerinin çapul edilmesi sürecinde böyle bir kelâm etmişti: Irak pastasından biz de pay alacağız. Onun gibi köpeciklerin gözünde, Irak, emperyalizmin masaya yerleştirdiği bir pasta… Yapılan katliamların, Irak halkını özgürleştirmenin bedeli olarak da haçlı canavarları ve köpekliğini yapanların alması gereken bir bac lazım… Masadaki pastayı afiyetle yemeleri lazım… Hamuru, kardeşlerimizin kanı ve canı ile yoğrulmuş bir pasta. Süslerini de tecavüz edilen bacılarımızın feryadı-figanı…

Helâl para, helâl kazanç…

Huzurlu yaşam…

Sisteminize de, kazancınıza da, kârınıza da lanet!

Dergimiz / Sayı: 10 (3-1-2012)
www.Dergimiz.Net

UMUTSUZLUK, KARARSIZLIK, KAOS... VE DEVRİM!

Uludere’de yaşanan katliamdan sonra efkârı umumiye, maşerî vicdana hâkim olan umutsuzluk daha da kesafet kazandı.

Türkiye’nin büyük bir hesaplaşmanın sathı mailinde olduğunu ifâde etmeyen yok gibi…

Ne oldu?

İşler iyiye gidiyordu da, ne oldu da birden bire böyle tam ters istikamete yönelindiğine dair sesler, itirazlar yükselmeye başladı?
 
Hani 2010 12 Eylül’de Anayasa değişikliği referandumu yapılmış, “yetmez ama evet” naraları arasında büyük bir zaferin ilk adımı kutlanmaya başlanmıştı?

Habur açılımı?

AB süreci?

Türkiye’nin eksenden çıkmadığı, bilakis Batı eksenini sağlamlaştırmak adına bir takım operasyonlar yapıldığı ve bu operasyonlar sayesinde Türkiye’de kurulan Ilımlı İslâm-Allahsız Müslümanlığın bütün İslâm âlemine örnek olarak sunulabileceği ve Batı’nın da İslam âlemini savaşsız esir almasının ancak bu yolla mümkün olduğu…

Hani demokratikleşmeye, vesayetten kurtulmaya doğru ilk defa böyle bir hızla seyretmeye başlamıştık? (Irak, Afganistan, Libya bombalarla demokratikleştirilirken, Türkiye AKP ile demokratikleştiriliyor!)

Oysa bu gün bakıyoruz, Hüseyin Gülerce RTE’yi tehdit etme noktasına gelmiş…

Daha önceki bir yazımızda, cemaatle AKP’nin yakınlaşacağını söylemiştik. Yanılmışız. Süreçteki zorluk, safları daha da sıkılaştırmayı sağlayacağı gibi, çözülmeyi de tetikleyebilir. Anlaşılan o ki süreç, çözülme üzerinden seyredecek.

Tabi bütün bu hercümerç içerisinde, sistem tıkanmış vaziyette. RTE’nin alternatifinin olmayışı, emperyalizm ve içerideki işbirlikçilerini tedirgin de etmekte. Malum, demokrasi, çift kutupla oynanan bir tahterevalli oyunu. Bu oyunu kurgulayanlar da belli, emperyalist Batı… Şimdi, RTE yerine, Ilımlı İslâm Projesini yürütecek muhtelif lider adayları arasında tek gerçek alternatif Muhsin Yazıcıoğlu idi. Yazıcıoğlu, kendisine yapılan, “RTE yerine seni geçirelim!” teklifini reddettiği gibi, bir de bunu gidip RTE’ye söylemez mi! Tabi, madem oynanan oyunda verilen rolün gereğini yapmayacaksın, o hâlde oyun sahnesinde durmana gerek yok, ihraç edilirsin… (Yazıcıoğlu’nun kazadan (!) önce İngiltere’ye Lord Ahmet’in davetlisi olarak gitmesi, bu seyahat boyunca kendisine İBDA konusunda verilen, saatler süren malumatlar ve kendisinin, “ben böyle bilmiyordum” diye mukabelede bulunması… Lord Ahmet’le anlaşamama… Lord Ahmet’in Kadiyanî oluşu ve Fetullah bağlantısı da göz ardı edilmemeli...)

Bir ucunda RTE’nin olduğu tahterevalli’nin diğer tarafı boş… Eldeki tek alternatif de “oyun”a gelmedi… Bir de bütün bunların üzerine Cumhurbaşkanı’nın görev süresi meselesi problem olmaya başladı. Bizim danıştığımız hukukçular, sürenin 5 yıl olduğunu söylemekteler. Cumhurbaşkanı’nın pozisyonunda müktesep hak olmadığını belirtmekte, hatta 2009 senesindeki bir konuşmasında RTE’nin dahi sürenin 5 yıl olduğunu ifade etmiş olduğuna vurgu yapmaktalar. Şimdi, Cumhurbaşkanı’nın görev süresinin 7 yıl olduğu iddiası ile Gül’ün göreve devamını istemeleri durumunda, meşruiyeti tartışmalı bir Cumhurbaşkanı meselesi de gündemden düşmeyecek. Türkiye, 2012 gibi müthiş gelişmelerin yaşanacağını artık herkesin ortak kanaat olarak ifade ettiği bir yıla, meşruiyeti tartışmalı bir cumhurbaşkanı, hasta ve devamlı kontrol altında tutulması gereken bir başbakan ve AKP-C iktidarını oluşturan kliklerin kendi içinde birbirlerine düştükleri bir yapı ile girmekte…

Diğer yandan, bu yapıya dışarıdan destek olan çeşitli cemaatlerle olan bağların da kopmaya başladığına, Cübbeli Ahmet Hoca’ya yapılan komplo sonrası yaşanan gelişmelerde olduğu gibi çok daha net şahid olmaktayız.

İkinci Lâle Devri’nde de sona gelindi, halk desteği de düşmekte…

2012 senesi; dışarıdan çöküş çatırtıları ve savaş tamtamlarının sesi gelirken, içeride de açıkta kopan fırtınaların kıyıya vurması misali, derinden derine yol alan bir iktidar mücadelesinin tesirlerine daha çok maruz kalmaya başlayacağımız bir yıl olacak.

Bu gün itibariyle aslında bunu söylemek de pek bir şey ifade etmiyor.

Hani, bindiği dalı kesen Nasreddin Hoca’ya, yoldan geçen adamın biri, “düşeceksin Hoca!” diye seslenmiş… Kesmeye devam eden Hoca, düştüğü yerden kalkar kalkmaz adamın yakasına yapışıvermiş: “Madem düşeceğimi bildin, öleceğimi de söyle!”

Herkesin bildiği, “onu babam da bilir” hesabı doğruları, apaçık vakaları tekrarlamak değil marifet.

Bütün bir dünya, bütün bir insanlık, apaçık bir felâkete doğru sürükleniyor. AKP de bu sürükleniş içinde yeni bir şey teklif etmek yerine, Yahudi-Haçlı emellerini gerçekleştirmek üzere kendisine verilmiş rolden mutmainken, ortalığın birden böyle karışması, güvendikleri ilahları Amerika’nın ipleri elinden kaçırmasının şaşkınlığı içinde, bir müddet kendi başına kalmış ve ürkek, mütereddit adımlarla bölgede gezinmeye çıkmış, efendisinin serbest bıraktığı zincirlerinin imkân verdiği ölçüde bir rahatlık kazanmış gözükürken, hiç de istenmeyen istikametlere de dümen kırmış olmasına istinaden, kendisine çeki düzen vermek zorunda bırakılmıştır.

AKP, emperyalizme Türk Milleti arasındaki tampondur. Vazifesi, emperyalizmin politikalarını tatbik ederken, emperyalizme karşı oluşacak tepkileri-darbeleri süspanse etmek. Mukadderatı ise her tamponunki gibi ezilmek, kullanıldıktan, işi bittikten sonra atılmak...

AKP, emperyal sistemin ülkemizdeki son ve alternatifi de kalmayan nihaî hamlesi. Artık bundan sonra, bütün yanlışları bir seferde bertaraf edecek bir ihtilâl kendini dayatıyor. Bu ihtilâl, aynı zamanda bir iç savaş durumunu da beraberinde getirecek gibi.

Unutulmasın, bu ülkedeki problemlerin çözümün temel şartı, kendi meselelerimizi kendimizin konuşabilmesi, Haçlı-Yahudi emperyalizminin dahline müsaade etmemek.

Mevcut sistem ise bilakis sırf bunun için var. Mevcut sistem içinde emperyalizmin müdahalesine mani olmaya çalışmak, ham hayalden öteye gitmez. Mevcut sistemi değiştirmeye kalkmak da Irak’ta, Libya’da, Afganistan’da olduğu gibi, emperyal müdahaleleri göze almayı gerektirir. Böyle bir kahramanca çıkış olmadan, yüzyıllardır birikmiş meselelerimize çözüm bulamayacağımız, her aklı selim sahibinin teslim edeceği bir hakikat. Samimiyet şartı… O halde, yine Nasreddin Hoca kıssalarının birinde olduğu üzere, kaybolan iğnemizi kaybettiğimiz yerde, samanlıkta arayacağız. Araması kolay diye, samanlığın dışında açık aydınlıkta iğne gene aranır ama, bulma ümidi olanın art niyetsiz olanına deli derler. Bu da bir iştir ama aksiyon değildir. Diğer taraftaki art niyetliler ise, bu milletin düşmanı, haini ajan… Ve aslında bu demokrasi edebiyatı da Müslüman Anadolu Ahalisi ve tüm dünya milletlerine giydirilmek istenen bir deli gömleğinden başka bir şey değil.

İnsan ve toplum meselelerinin halline dair sistem çapında teklifini ortaya koyan İBDA’nın devlet yönetimi ve idare şekli bahsindeki teklifi Başyücelik Devleti’nden başlayarak, gündemimizi belirlemesi gereken dava İBDA’dır.

Türkiye ve dünya, büyük bir hesaplaşmaya doğru gidiyor.

Sistem çapında bir teklifin varsa buyur, yoksa İBDA Mimarı’na kulak kabart…

Madem dünyada bir sitsem krizi yaşanıyor ve dünya yeni bir nizama muhtaç, o halde çözüm teklifleri de sistem çapında olmalı değil mi?

Bize düşeceğimizin değil, öleceğimizin haberini verecek olanlar lazım.

İşte İBDA bunun için var!

Ve devrim bunun için tek çıkar yol.

“Ya öl, ya ol!”

Cihad KOLGEZEN

Dergimiz / Sayı: 10 (3-1-2012)
www.Dergimiz.Net

31 Aralık 2011 Cumartesi

BATAN GEMİDEN CİNNET MANZARALARI

Daha önce ifade etmiştik, AKP iktisadı, batan gemideki cinnet manzarasından farksız.

Daha biraz önce, TV’de, Babacan’ın büyükelçilere, AB’nin nasıl bir batağa saplandığını, buna rağmen Türkiye’de işlerin nasıl iyiye gittiğine dair seminer verdiğine dair bir haber geçti.

Batan gemi…

Bir zincir nasıl en zayıf halkası kadar kuvvetliyse, liberal kapitalist iktisadi nizam da ilk başta, emperyalist Batı’ya entegre olmaya çalışan çevre ülkelerdeki krizlerle batış alâmetleri göstermeye başlamıştı. Zira liberal kapitalist sistem ancak emperyalizmle kuvvet bulabilirdi ki, Batı’ya eklemlenmeye çalışan çevre ülkeler, emperyalizm noktasında Batı kadar ilerlememiş olduklarından, krize dair ilk alâmetlerin buralarda tezahür etmesi normaldi. Geminin ilk su alan bölümleri… (Diğer taraftan, emperyalizmin olabilmesi için, birilerinin sömürmesi yanında, birilerinin de sömürülmesi lâzım ki, bu çevre ülkelerinin zaten Batı gibi olmaya başlamaları demek, sistemin çökmesi demek. Ki, bu günkü krizin sebebi biraz da burada. En azından, Irak’ın kahraman lideri Şehid Saddam Hüseyin’in, sömürülmeye karşı isyan bayrağını açarak, sömürü zincirini kırmaya dair attığı ilk adım ve bu yönde dünyaya örnek oluşturması, Batı adına kötü neticeler doğurmaya devam etmekte. Hem başkalarının sömürülmeme iradelerini ortaya koymaya teşvik için Batı adına kötü bir örnek, hem de Batı’nın güvenlik harcamalarını kontrolsüz bir şekilde artırması bakımından ayrıca bir felâket.)

Esas mevzua dönecek olursak, kapitalist yağma düzeni ilk olarak Türkiye gibi çevre ülkelerde su almaya başlamışken, bu gün artık Batı, yani sistemin merkezi sulara gömülmeye yüz tutmuş, suların dalgalanmasından kaynaklanan bu denge değişimi saikiyle, Türkiye gibi ülkelerin gemide bulundukları yer itibariyle görece olarak su seviyesinden biraz yükselmiş olmakla, “durumumuz çok iyi” hayaline sebep olduğu anlaşılıyor. Hani Titanic filmindeki manzara; nasıl o koca gemi tepe üstü dibe doğru gittiyse, geminin dengesi değişip, artık batış kaçınılmaz hâle gelince, daha önce su basan bölgeler, bu denge değişiminden dolayı yükselmeye başlayıverir, sular bir â için çekilir. İyi de bu iyileşme değil, bilakis geminin batışının kaçınılmaz bir noktaya gelmesine işaret eden bir durumdur aslında.
 
Daha önce de ifâde ettiğimiz gibi, AKP’nin Batı’ya eklemlenmeye dair politikalarını batan geminin bir kamarası farz edecek olursak, kamaranın az su alması veya çok su alması kıyası ile ekonomiyi değerlendirmek gibi bir absürdü izah içindeler. Bir parçası olduğun gemi batarken, senin bulunduğun kamara az su alsa ne, çok su alsa ne? Gemiden ayrılmak, ayrılmayı düşünmek yerine, kamaraya daha az su aldırmayı başarı olarak sunan hükümetimizin bu sözde başarısını ve bu cinnet hâlini başarı olarak görmek akıllara sezâ…

2012’ye, işte böylesi bir cinneti düğün-bayram olarak sunan bir hükümetin idaresi altında giriyoruz.

Peki nedir 2012’nin özelliği?

2012, hayâllerimizi bile aşacak olan şok gelişmelerin yaşanacağı bir yıl… Zamanın hızlanması hakikatine istinaden, peş peşe öyle gelişmeler yaşayacağız ki, bu geçmiş devirlerin yüzyıllarına denk gelecek bir yoğunluk ifâde edecek.

Bizce 2012, bütün pamuk ipliklerinin kopacağı, bütün sahte dengelerin alt üst olacağı, bütün bu aklı selim sahibi gözükerek halkı kandırıp iktidar koltuklarını işgal eden, aslında cinnet geçirenlerin artık akıl hastanelerine tıkılmaları gerektiğinin halk nazarında da alenen karara bağlanacağı yıl olacak.

Aynı zamanda savaş yılı, işte Suriye, İran, İsrail vs… Ve ABD’nin çekilmesiyle birlikte bütün o ertelenen hesapların gündeme geldiği Irak…

Peki batan gemide durum ne?

Avrupa Merkez Bankası, gemiyi batmaktan kurtarmak için, bankalar açıklarını yamayabilsin diye, 3 yıllığına yüzde 1 faizli para verdi. Verdi de 300 milyar Avro veririz diye hesap ederlerken, 532 banka, toplamda 482 milyar Avro borçlandı…

Evdeki hesap ne, deliğin çapı ne!?.

2012’nin ilk çeyreğindeki para ihtiyacının ise 730 milyar Avro olduğu söyleniyor.

Hani işler iyiye gidiyor ya, çok değil, şunun şurasında birkaç ay bir şey kaldı. Bakalım o gün geldiğinde, o eşsiz yüzsüzlükleriyle ne yalanlar söylemeye başlayacaklar.

Fransa’da, Ermeni soykırımı yapmadığımızı söylemenin yasaklanmış olmasına karşı, Sarkozy’yi verdiği sözü tutmamakla suçlayıp, siyasette doğruluğun, söylediklerinin arkasında durmanın ne kadar gerekli olduğunu söyleyenlere, biz de o gün bu günkü söylediklerini hatırlatacağız elbette.

Ama biliyoruz ki, bunlar, Batı’yı örnek alıp, Batılılaşacağız derken, Batı’nın o çok kirli yüzünü, iki yüzlülüğünü de aldılar; insanların gözleri içine baka baka pişkince yalanlar söylemeyi.

Yoksa bir Müslüman yalan söyler mi?

Müslümanlarsa, yalan söylüyor olacaklar; yok inanarak söylüyorlarsa -ki durum onu göstermekte-, İslâm karşısındaki durumları apaçık; “Mürted”…

Biz, bize emrolunduğu üzere, kişiyi, namazı orucuyla değil de, para ile olan ilişkisi üzerinden değerlendiririz. Kendilerine, milletin menfaati adına kullanmaları için teslim edilen kaynakları nasıl ve ne biçimde, kimlerin menfaatine dair, hangi ahlâk, anlayış ve sistem içinde tasarruf ettiklerine bakarak…

AKP’nin, bu emaneti, kendisinden öncekilerden temelde farklı bir istikamet ve anlayışta tasarruf ettiğine dair bir durum vaki değil. Bir iki küçük istisnai durum, görüntüyü kurtarmaya, ağızlara bir parmak bal çalmaya dair yapılanlarsa, kahve siyaseti zaviyesinden hadiseleri değerlendiren ve muhatabı da bu olan goygoycular, menfaatçiler ve parsacılar nazarında takdir edilebilir ancak. Bizim gözümüz “hep”te ve “hep”in olmadığı yerde, “hiç”ten başka bir şey olmayacağı, “hep” yerine sunulan bir kısım şeylerinse aslında o beklenen ve özlenen “hep”in yolunu kesmek, gelişine mani olmak adına emperyalizm tarafından empoze edilen şeyler olduğunu biliyoruz. Sosyal Riski Azaltma projesi dâhilinde milletten çaldıklarının bir kısmını, en alt gelir grubundakilere tekrar iâde etme kararı almalarındaki gibi. Yoksa, tezgah büsbütün bozulacak. Altın yumurtlayan tavuğu kesmiş olacaklar… Burada “tavuk” yerine konanın Türk Milleti, kümesin başında görevlendirilenlerin ise AKP olduğunu ifâde edelim. Kümesten ne kadar çok verim alır, emperyalizmin gelirini arttırırlarsa, kendileri de o oranda primle ödüllendirilecekler. “Üstün Cesaret”lerinden…

Dergimiz / Sayı: 9 (27 - 12 - 2011)
www.Dergimiz.Net

23 Aralık 2011 Cuma

"FRANSA’YLA RESMEN KÜSTÜK"

Fransa, “Türkler Ermenilere soykırım” yaptı yalanını kabul etmeyenlere hapis ve para cezası öngören yasayı meclislerinden geçirdi.

RTE’ye baktık, yine aslan parçası, kükrüyor. Fransa’ya karşı bazı tedbirler uygulanacakmış…

Fransa meclisinde böyle bir kararın çıkması, AKP hanesine yazılacak üstün bir diplomasi başarısıdır ki bu üstün diplomasi başarısı(!) karşısında ancak zaten böyle kükremeler vaziyeti kurtarabilirdi. Ama Batılılar buna alıştı artık, fazla ciddiye almıyorlar. Kıbrıslı Rumlar dahi, “Bırakın kükresin, bir şey yapmaz!” demişlerdi. Hani, bunun Türkçesi, “havlayan köpek ısırmaz!” demektir, afedersiniz…

RTE’nin Fransa misalinde olduğu gibi, yakın zamanda böylesi kükremelerine(!) son zamanlarda sıklıkla, özellikle İsrail bağlamında şahit olduk. En son, Mavi Marmara şehidleri için benzer bir tedbir paketi açıklamışlardı. Hani, Mavi Marmara katliamı ile ilgili BM bir rapor hazırlamış ve rapor resmen açıklanmadan bir gün öncesinden İsrail tarafından kendi menfaatlerine olacak yönleri öne çıkartılarak basına sızdırılmıştı da, Gül dahi, “Bu raporu kabul etmiyoruz!” demek sorunda kalmıştı. Biz ise daha işin başında, böylesi mühim bir meselenin BM’ye bırakılmasını eleştirmiş ve rapor açıklandıktan sonra AKP’nin açıkladığı tedbirlere “Küstüm Şov!” diye kayda değer bulmadığımızı beyan etmiştik.
(bkz: http://bakiaytemiz.blogspot.com/2011/09/kustum-show-mavi-marmara-sehidlerinden.html )

O gün açıklanan tedbirlerden biri de Akdeniz’de seyrüsefer güvenliğinin sağlanmasıydı ki, şovla realitenin farkı, Gazze’ye giden ikinci konvoya da İsrail’in saldırmasıyla ortaya çıktı ve bu konvoy da İsrail tarafından gasp edilerek, Gazze’ye gitmesi cebren engellendi.

Şimdi de Fransa’ya karşı benzer bir ayran kabartma operasyonu yapılıyor RTE tarafından.

İşte, tam da bu satırları yazarken, konuyla ilgili olarak Habertürk TV’de Ceyda Karan, “Fransa’yla resmen küstük!” demez mi? Eh, yazımızın başlığını da atmış oldu, sağolsun…

Yine tam da bu arada, Fazıl Duygun, Yeni Asya Gazetesi’nin, “İsrail’le Askerî İşbirliği Yine Devrede” diyen manşet haberini Akıncı Genç Özgürlük Platformu’nun face sayfasına koymuş…

Yine biraz önce, RTE, Kanunî’nin zamanının Fransa kralına yazdığı meşhur mektubu okumaktaydı…

Laf tarihten açılmışken, hani serde Maraşlılık da var, şu Fransız işgalini, zulmünü bir kez daha hatırlamak olmazdı elbette. Fransız keferesine ilk kurşunu sıkan Sütçü İmam’ı da… Türk-müslüman kadınının kıyafetine el uzatan Fransız keferesinin üzerine ilk atılıp şehid düşen Çakmakçı Said’i de… Ki, Sütçü İmam, Said’in şehadetine şahid olduktan sonra tabancasının namlusunu kefereye çevirip tetiğe basmıştır. Ve daha nice isimli-isimsiz şehid ve gazi kahramanlar…

Bu satırların yazarı, çocukluğunun en güzel yıllarını, işte o Çakmakçı Said’in adını taşıyan sokaktaki evlerinde ve o sokakta geçirmiştir. Aynı zamanda evlerinin Çaldıran ve Ridaniye Sokak’la olan ilişkisinden dolayı da Yavuz Sultan Selim’e selam ve dua göndermeyi de ihmal etmemesi gerekir. Ve Maraş’ın her kurtuluş bayramında, yani her 12 Şubat’ta, teyzesinin kendilerine dikmiş olduğu mahalli kıyafetleri giyerek, teyze çocukları dahil mahallenin diğer çocuk ve gençleriyle beraber, mahalle çetesi içinde, “resmi geçit”e, törenlere katılmak için can atmıştır. Bu törenlerin en muhteşem anlarından birisi de Sütçü İmam’ın, Fransız keferesini nasıl mıhladığının canlandırıldığı, bütün bir iman şahlanışı ile alkışlanan tiyatral gösteridir. Temsili Sütçü İmam temsili Fansız keferesine Müslüman Türk kadınının kıyafetine el uzatmanın cezasının ne olması gerektiğini hatırlatmak üzere tabancasının tetiğine dokundukça, her patlama sesi bir coşku seline, bir alkış tufanına yol açardı.

Sonra ne mi oldu?

Sonra, Fransa keferesini dost tutmak isteyenler iktidara geldi, belediyelere geldi…

Ne Çakmakçı Said sokak kaldı, ne Çaldıran, ne Ridaniye…

Sokaklara numaralar verildi, ruhsuz, şahsiyetsiz olduğu kadar, ruhu ve şahsiyeti silici ve ruha ve şahsiyete düşmanlığa yol açıcı numaralar. Şimdi artık, Çaldıran yok, Ridaniye yok, Çakmakçı Said yok… Artık adres tarif ederken, “Falanca numaralı sokak” diyoruz, hani eskiler için de, “eski Ridaniye, Çakmakçı Said veya eski Çaldıran Sokak var ya, işte orası!”…

Ve, 12 Şubat’larda, Sütçü İmam’ın Fransız keferesini gebertiş sahnesi programdan çıkarıldı. Fransa’yla dost olunacaktı… Böylesi sahneler, Fransa ile olan dostluk adımlarına zarar verirdi alimallah…
Bütün bunları kim mi yaptı?

AKP kodamanları, Fransa’ya karşı olacağız diyerek Tutsilere, Hutulara, Afrikalara kadar gitmesinler, Sütçü İmam’ları, Çakmakçı Saidleri, Kara Yılan’ları hatırlasınlar, yeter!

KİMİN BÖLGESEL GÜCÜ

Haçlı saldırganlığının Suriye ile hesaplarının tezgaha konulmaya başlaması 2003 senesine dayanıyor.

O zaman Esad, kendisine teklif edilen işbirlikçi rolü reddetmişti.

Şimdilerde ise Suriye’ye karşı saldırının alt yapısı adım adım uygulamaya konuyor.

Suriye ordusundan kaçan askerler Ürdün’de Mossad ajanları tarafından sorgulanıp, Esad rejimine karşı savaşmaya iknâ ediliyor.

Artık CIA kontrolünde olduğu apaçık olan El Cezire tarafından kalabalık bir grup Suriyelinin Katar’a götürülüp, burada nasıl yalan haber uyduracakları, cep telefonu, interneti vs ihanetleri yolunda nasıl en verimli kullanabilecekleri konusunda eğitildikleri de artık bilinen şeylerden.

Tabi işin bir de Türkiye cephesi var.

Birtakım operasyonlarla Amerika’ya karşı unsurları budanan bir TSK var artık. Amerika bugün ne Necip Torumtay benzeri vakaya, ne de yeni bir 1 Mart tezkeresi faciasına tahammülü kalmış olarak, tedbirlerini çoktan almaya başladı ve Suriye işi, güya bölgesel güç olarak Arap Birliği ve Türkiye’ye havale edildi. Taşeron AKP’dir artık.

Hani bölgeye harici güçlerin müdahalesi tepki çekiyor ya, işte bunu fark eden Haçlılar, kendileri yerine taşeronlarını öne sürmekteler. ABD buna, “arkadan liderlik” adını vermiş. Yani arkasına geçtiği kuklalarına yaptıracak kendi yapacaklarını ve bu sayede perde önünde kendisi gözükmediğinden yıpranmamış olacak.

Bu çerçevedeki “bölgesel liderlik” edebiyatı, bir zamanların millî sinema zırvasından farksız. Senaryo dışarıdan, teknik ekipman dışarıdan, akıl, fikir her şey dışarıdan, bir tek oyuncular yerli, o da tartışılır. Bunu adı da “bölgesel güç”…

AKP, eşbaşkanlık/genel valilik vazifesi icabı, HAMAS’ın Suriye’deki karargahını boşaltması için HAMAS’lı yetkililere şantaj yapıyor, tehditler yağdırıyor. Bu tehdit ve şantjların en acı vereni de, Gazze’deki çocuklar için acil gerekli antibiyotik vs. cinsi ilaçlar için aylardır bekletilen HAMAS yetkilisine yapılanı... Davidson’un adamları, “Ya Şam’ı terk edersiniz veya o bebelerinizin ölmesini seyredersiniz!” diye, tarihte eşi görülmemiş alçaklıklara imza atıyorlar.

Tabi bunun yanında Suriye’ye karşı asilerin Türkiye’de konuşlanıp, eğitildikleri ve Suriye içlerine sızarak silahlı eylemler yaptıkları da artık saklanmayan bir gerçek.

Artık Türkiye ile Suriye arasında resmen açıklanmamış düşük profilli bir savaş var derken, bu savaşın resmiyete dökülmesi ve topyekûn karakterini almasının saatinin yaklaştığına dair deliller; füze kalkanın hızla inşa ediliyor oluşu, Amerika’nın İncirlik’e yerleştirdiği insansız casus uçakları ve en son YAŞ toplantısında TSK’nın savaşa hazırlık seviyesinin tartışılmış olması.

Tabi bu arada Amerika’nın Irak’tan çektiği askerlerini Ürdün-Suriye sınırına yerleştirmekte oluşunu da gözardı etmeyelim.

Burada RTE’nin şahsında Haçlı-Yahudi canavarlığının hesabına taş koyan önemli faktörlerden biri HAMAS’ın Suriye tarafından desteklenmesi ki, İsrail’e karşı “Van Minüt” şovuyla kostaklanan RTE, HAMAS’a rağmen Suriye’yi hedef almanın riskine müdrik. Diğer taraftan Ehli Sünnet âlimlerinin Esad’a verdikleri destek ve asileri emperyalizmin menfaatlerine hizmet etmekle suçlamaları…

Bu ehli sünnet âlimlerin en meşhurları da Ramazan El Butî…

RTE bu destekten duyduğu rahatsızlığı İstanbul’daki bir toplantıda açıkça ortaya koymuş ve yılların âlimlerini, cübbe-hırka giymekle alim havalarına girmiş sahtekarlar mealinde bir ifâdeyle suçlamış, alimlere hakaret edip dil uzatmaktan imtina etmemişti.

Tabi Ramazan El Butî’ye ancak dil uzatabilen AKP iktidarı, Cübbeli’ye el uzatmakta gecikmedi…

Savaş geliyor savaş…

Hani savaş istenmez de, elle gelen de düğün bayram.

Madem ikazlar kâr etmiyor ve illâ da arkalarına geçmiş efendileri Amerika ve İsrail’in menfaatleri için savaşı göze aldılar, işin içinde Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma riski de var!



Dergimiz / Sayı: 8 (20 - 12 - 2011)

www.Dergimiz.Net

18 Aralık 2011 Pazar

CÜBBELİ NİÇİN HEDEF?

Cübbeli Ahmet Hoca’nın niçin adi bir yalan rüzgarı estirilerek gözaltına alınıp tutuklandı?

“Adi bir yalan rüzgarı”, çünkü medyaya haberler o şekilde yansıtılıyor ki, Cübbeli kadın pazarlamaktaymış…

Yeni Şafak’tan Fikri Akyüz dahi, bırakın kadın pazarlamasına, O’nun zina yapacağına dahi inanmanın mümkün olmadığını açık yüreklilikle ifâde ediyor. Ve ekliyor Akyüz: “O kadınlar, sakın Cübbeli’nin dini nikahlı eşi olmasın?”

Meselenin bam teli nedir?

Cübbeli’nin almış olduğu tavır. Diyalogculuğa karşı tavrı zaten açık olan Cübbeli, tam da bizim “kasım ayı, kesim ayı!” tesbitimize denk bir noktada, Kasım ayının son haftasında yaptığı sohbette, bu defa açıkça AKP’yi hedef alıyor ve yapılanları “küfür” olarak adlandırıyor.

İşte dananın kuyruğu da burada kopuyor. Yıllar oldu Cübbeli hakkında şantaj kasetlerinin varlığından cümle alem haberdâr iken, bu şantajcılarla ilgili parmağını kıpırdatmayan polis, haliyle Cübbeli bu işi bir şekilde çözmeye teşebbüs ettiğinde, işin içine cinsellik sosunu boca ederek saldırıya geçiyor.

Bunlar iğrenç 28 Şubat taktikleri. Zaten demiyor muyuz; AKP 28 Şubat’ın bir ürünüdür ve asıl derin yapı aranacaksa, AKP’nin kendisidir diye.

Türkiye’de hiçbir önemli davanın sadece “hukuki” olmadığını bilmeyen varsa, “günaydın” diyerek devam edelim ki, Salih Mirzabeyoğlu’na gayri hukuki olarak örgüt liderliğinden ceza verenler, Cübbeli’nin de kendilerine açık ve yakın tehlike arzetmeye başladığını gördükleri ânda, düğmeye basıverdiler.

Aşağıda, Cübbeli’nin iki ayrı konuşmasının çözümlerini bulacaksınız. Birincisi, Habertürk TV’de Yiğit Bulut’la olan programdan:

“Adam bana şantaj yapıyor, karı kızı değil, vaaz etmeyi bırak diyor.

Burada Türkiye’nin geleceği ile ilgili konular var.

Memleketi bekleyen imani noktada 3 tehlike var.

20 sene evvel, bu memlekette “Yahudi-Hıristiyan cennete girebilir” diyen bir hoca çıkmazdı.

Bir Süleyman Ateş çıkmıştı, ona reddiye yazdılar. Şimdi ona reddiye yazanların çoğu bu “Ilımlı Proje”ye imza atmış durumdalar. Şimdi ben de 20 sene sonra bunu söylesem, bana da inanmayın. Bir adam “Yahudi-Hıristiyan cennete girer” diyorsa, havada uçsa da inanmayın. Bütün Kur’ân, Âyet, Hadîs ortadadır. “Yahudi-Hıristiyanlar cennete girecek” diyenler cennete giremez. Kimse bunu bu memlekette bu millete yutturamayacak. Tutmayacak bu projeler. Suyun üstüne çıkan köpük gibi yakında sönecek. İstediğin kadar namuslu geçin, karını kızını kapat! Allah’ın dinini sattın, ayetlerini sattın! En büyük namusumuz dinimizdir! Yüzlerce ayetin hükmünü değiştirdiniz.”

Aşağıda çözümünü verdiğimiz videonun yayın tarihi 9 Aralık. Videoyu youtube’a yerleştiren, “yaklaşık iki hafta önceki sohbetinde” kaydını düştüğüne göre, sohbetin yapılış tarihinin Kasım ayının son on günü içinde olduğunu anlıyoruz:

“Herkes evinden mahallesinden başlasın, bu işi düzeltelim, yoksa bu iş böyle gitmez. Bu hainler bu vatanı böldürene kadar, özerklik bilmem ne adı altında, Siyonizm için bir parçasını koparana kadar, Büyük İsrail’i kurana kadar, kıyamete kadar bırakmaz bu işin sonunu. Biz unutur, hemen eğlenceye dalarız, gavurlar uyumaz. Yüz-iki yüz senenin projesini şimdiden yapmışlar. Bizim 5 sene soranın hesabımız bile yok. Bu vaziyette biz bu işi kazanamayız. Çünkü müslümanlar da gevşedi. “Kafirlerle anlaşalım, laikliğe devam edelim, İslâm’ı karıştırmayalım bir şeye”, bizim(!) Müslümanlar(!) böyle konuşuyor. Biz böyle konuşursak, Allah bizi yardımsız bırakır. Biz Kur’an’dan ayrılamayız. “Din ona karışmaz, buna karışmaz”. Ne demek karışmaz? “Din yönetime karışmaz” demek, “Allah karışmaz” demek. “Allah karışamaz bana” demek. Sen nasıl dersin “Allah karışamaz”… “Allah karışamaz” diyen kâfir olur. Allah her şeye karışır. Müslüman değilsen, dersin. Müslüman nasıl der, “din bize karışmaz”. “Din işi başka, o iş başka, bu iş başka”. Nasıl “iş başka”? Alırsın teröristi, askeri polisi şehit etmiş adamı, beslersin. Din karışsa, çoktan onların kafası gitmişti. Adam oradan, İmralı’dan yönetiyor ortalığı. “Benle anlaşacaksın, anlaşmazsan şunu şöyle yaparım, böyle yaparım”. Yedirirsen, içtirirsen, bir de avukatıyla görüştür. Bir de demeç verdir. Ohooo, din karışmazsa senin kafan böyle karışır. Memleketin böyle karışır. Din karışacak. Kısas var, bu kadar ocağa ateş düştü, bu kadar ana ağlıyor burada. Hakları var! Allah, “hak verdim” diyor onlara. Nasıl affediyorsun, bu zulümdür. Allah’ın indirdiği ile hükmetmezsen ölüm yayılır, fakirlik yayılır. Belalar yayılır. Mayıs yağmuru gibi saçılır. Allah’ın Kurani nizâm nasip eyle, (AMİN sesleri geliyor) İslâmî düzen nasip eyle! (AMİN sesleri geliyor) Mayıştık, uyuştuk, mantar olduk, böyle bakıyoruz, “ya biz namaza gidelim gelelim, daha bir şey lâzım değil” demeye başladık. Biz efendim, “cihad yapamayız, bizim gücümüz yok, kâfirler çok ilerledi, biz en iyisi onlarla iyi geçinelim”, ama iyi geçinemezsin. İyi geçinirsen böyle. (Âyet okuyor) “Onların dinine uymadıkça, gavur olmadıkça, ne Yahudiler ne Hıristiyanlar, asla senden razı olmayacaklar” diyor Kur’an. Ya gavur olmaya karar verelim, hâşâ, ya da bunardan el etek çekelim. Yoksa, “ben Müslüman kalacağım, bunlarla da iyi geçineceğim!”, olmaz diyor Kur’an. “Geçinemezsin, bırakmazlar seni” diyor. Ben ne anlıyorum, siz ne anlıyorsunuz bilmiyorum. Ben, doğruyu söylüyorum, zaten yanlış söylüyorsam Allah nasip etmesin. Doğruyu da söylemedikten sonra sohbet yapmanın bir mânâsı da yok. Hacımız, hocamız bütün Müslümanlarımız yanlış yaptık. Biz yanlış yaptığımızı kabul edelim, biz İslâm’dan ayrıldık. Biz taviz verdik, biz yalakalık yaptık, biz gâvurlarla anlaşmaya kalktık ve bu hâle düştük. Bu suçumuzu ititraf ediyorum ben. Siz de edin. Ve hemen tövbe istiğfar edelim. Bundan sonra İslâm-Kur’ân diyenlerin arkasında gidelim. İslâm-Kur’ân kim diyorsa onun arkasından gidelim. Başka bir şey lâzım değil. Bir kişi, bir kişiyiz. Ne yapalım, Allah Hak’tan ayırmasın. Ne bu yalakalık ya? Bu kadar “İslâmî medya” var, bir tânesi hakkı söylemiyor. Bir tânesi doğruyu söylemiyor, “ya, şu yanlış, bu yanlış” diyen yok. Böyle olmaz. Dost doğrusunu söylermiş. Yok, “sen doğrusun, doğrusun, iyisin” diyen dost olmaz. Allahım, cümlemize sadakat nasip etsin! Ahde vefâ nasip etsin! Dayanamayacağımız imtihanlara tabi etmesin! Allahım imtihanı kazanmak nasip etsin! İman selâmetiyle çene kapamak nasip etsin. Kâfirlere meyletmeden, taviz vermeden ölmek nasip etsin. Amin Allahım, Ya Rabbi! Nerden nerelere geldik yâ… İslâm’ın Şeriatın savunucusu müdafiileri, şimdi ne hâle geldiler yâ! 10 senede, 20 senede bu kadar değişilir mi? Ben bile kendimden korkmağa başladım. 5-10 sene sonra ben de sapıtırsam, bir de bakmışsın laiklik-maiklik demeğe başlarız, bilmem ne, ne olacağız Ya Rabbi? Allah’ım, bana şeriattan, itikattan, iman bakımından kıl kadar ayrılacağıma ölmeyi nasip eylesin. Bakıyorum adamların kalbi-malbi hep döndü. Bu kadar insan tanıyorum ben, hep döndüler. “Ya ses çıkartmayalım, işler iyi, Amerika’yla işler iyi gidiyor, ekonomi düzgün” falan… Bana ne ya, bana ne! Kendim hakkında ne istiyorsam Allah size de aynısını versin!..”

Daha bir çok örnek verilebilir Cübbeli Efendi’nin konuşmalarından. TV ekranlarına çıktığı her vesilede Mahmud Efendi Hazretleri’nden aldığı icâzet ve direktiflerle “Ilımlı İslâm” adlı ftneyi açıktan hedef alan, Amerikancı işbirlikçilerden ve BOP Projelerinden söz eden, Mustafa İslamoğlu ve benzerleri gibi Ehl-i Sünnet düşmanlarını teşhir eden konuşmalar yapan Cübbeli Ahmed Hoca…

Bu ifâdelerin, düşmanı kalbinden vuran öldürücü zehirli ok olduğu kadar, dostlar için de şifâ olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı? Cübbeli Hoca, taûn hastalığının ortasına dalan ve bu tehlikeli hastalığın kendisine bulaşıp zarar vermesini, ümmetin sağlık ve sıhhatine tercih eden fedakârâne bir doktor gibi, hakikatin şifâ oklarını mikropların kalbine kalbine saplamakta. Bu gayret, tek başına büyük bir kıymettir içinde bulunduğumuz şartlarda.

Cübbeli’ye yapılan saldırı, Cübbeli’nin şahsında Mahmud Efendi Hazretleri’ne, Mahmud Efendi Hazretleri’nin şahsında ise topyekûn Nakşibendiyye’ye yapılan bir saldırıdır. Emperyalizmin uşakları demek istemektedirler ki; “ya bizim Ilımlı İslâm projelerimize ses çıkarmaz, onaylar ve “dilsiz şeytan” olmayı kabul edersiniz, veyahut da işte sizlere öyle bir kulp takarım ki, bütün milletin gözünde rezil rüsvâ olursunuz!”

Ey ehli imân, Allah yolunda hakkı söyledi diye kulp takılanlardan olmaya can atanlarınız nerde? O kulp takılanların başında senin Peygamber’in gelmekteydi, unutma!

Ey tarikatı Nakşibendiyye’nin bendeleri, Ey Ahmed Faruk Serhendi’nin talebeleri, ey Mektubat’ın yetiştirdikleri, ey mürtede, münafıka, dini içten yıkan kafirlere karşı, Ehli Bidat’a karşı şedid olmakla, onları aşağılamakla, onları tahkir etmekle, onlara bayrak açıp baş eğmemekle, cihadla emrolunanlar! Dininiz elinizden alınıyor, nerdesiniz? Şimdi susarsanız artık biliniz ki mahşerde Şeriat sahibinin huzurunda hangi yüzle konuşacaksınız?

Ey Ehli İman!

Zulme karşı susmaya devam edersen, bil ki bu zulüm en sonunda seni de bulacaktır ama işte o gün, sen de Peygamberinin şeriatına hürmet eden insaflı bir kul aradığında ortalıkta kimsenin kalmadığını göreceksin.

Allah’ın dini satılırken sessiz kaldıktan sonra, sen bu dünyada rahat etmişsin neye yarar? Ahretini berbat ettikten sonra, dünya saltanatı senin olsa ne yazar?

Cihâd KOLGEZEN

Dergimiz / Sayı: 7 (13-12-2011)
www.Dergimiz.Net

TEĞET Mİ GEÇER, DELER Mİ GEÇER?

AKP hükümetine sağdan soldan yoklama yumrukları gelmeye başladı.

Biden’in hazır bulunduğu toplantıda, “krizde bize bir şey olmaz” havalarıyla kibrini sergilemeye kalkan Ali Babacan’ın şahsında AKP hükümetine ilk yumruğu, uzun kollarıyla direk dışarıdan çalışan Biden çaktı: Biz balinayız…

Yani?

“Sen ne kadar efelenirsen efelen, haddini bileceksin. Bu sularda hâlâ biz ne dersek o olur ve sakın yanlış yapayım deme, biletini kesiveririm!”

İsteyen bunu böyle açık bir ikaz, bir tehdit, şantaj diye anlasın, isteyen başka şekilde, neticesinde Ali Babacan susmak zorunda kaldı.

Sonra, ikinci yumruk, içeriden çalışan Koç’tan aparkat şeklinde geldi.

“Bu defaki kriz bizi teğet bile geçmeyecek!” diye konuşan RTE’nin çenesinde patlayan bir aparkattı bu…

Başbakan’a iktisat dayağı atan Rahmi Koç, Avrupa’daki krizin Türkiye’yi etkileyeceğini belirtip, “Devir, bizi teğet geçti devri değildir!” demek suretiyle, Başbakan’a adeta, “şu çeneni kapat!” demiş oldu.

Türkiye’nin ticaretinin yüzde 60’ının AB ülkeleriyle olduğunu işaret eden Koç, “Onların getirdiği yavaşlatma, sıkıntı, hepimizi etkileyecektir. Çok dikkatli olmamız lazım. Hükümetimizin de gerekli tedbirleri hadiselerin önüne geçerek alması lazım. Bu devir bizi teğet geçti devri değildir!”

Ne kadar açık konuşmuş değil mi?

“Çene yapacağınıza, hadiselerin önüne geçip, tedbirleri alın” diye akıl vermiş.

İyi de, Koç olup, para sahibi olmak, haklı olmayı gerektirmiyor.

AKP, hadiselerin önüne geçip, nasıl tedbir alacak?

Koç, RTE’ye yazdığı mektupta, “sağlık da demokrasi gibidir, kıymetini bilmek gerek!” diyerek, çözümü en başından çıkmaz sokağa kendisi sokmuş oluyor zaten.

Kriz, demokrasilerin, kapitalizmin, liberalizmin krizi ve bu krizin çaresi, bunlardan kurtulmakla gerçekleşecek.
 
Başyücelik Devleti’yle…

“Sermaye ve mülkiyette tedbir”ci ve ziraata dayalı yeni kalkınma modeliyle. Yeni bir ahlâkla ve bu ahlâkın dünyaya hâkim kılınmasıyla. Bu ahlâka göre yeniden şekillenmesi gereken üretim ve tüketim ilişkileriyle. Teknolojiyi, rekabetin bir unsuru olarak kullanıp, tüketebileceğinden fazla üretip, bunu da satmak için modern kölelerden müteşekkil tüketici toplumları öngören Batıcı ahlâksızlığı reddetmekle başlamalı ilk önce işe. Hem tüketeceğinden fazla üretiyor ve “insan”ı, tüketici olmaya zorluyor, hem de üretim çarklı içinde kullandığı teknoloji, milyonlarca insanın işsiz kalmasına yol açıyor aynı zamanda. Bütün bunları yerli yerine oturtacak bir anlayış, bir ruh ve sistemden bahsediyoruz.

Bunun siyasette karşılığı da devlet yönetiminin, milletin içinden çıkmış en yüceler tarafından ele alınması demek olan, Başyücelik Devleti.

Siyasetin iktisattan ayrılmaz bağları içinde, tabi bütün bunların da hukuk, sanat, ahlâk ve sair irtibatları içerisinde yepyeni bir sistem teklifi çerçevesinde ele alınması ile mümkün olabilecek bir davadır, hadiselerin önüne geçip tedbir almak.

İşte, buradan söylüyoruz, hadiselerin önünde olmanın verdiği rahatlıkla; yolunuz çıkmaz yol. Bu yolda devam ederseniz, ne kadar çabalarsanız çabalayın, uçurum ve felâkete götürüsünüz milleti ancak.

Demedi demeyin.

Yolunuz felâket!

Çâre ise Başyücelik Devleti, İBDA…

Çağımızda insan ve toplum meselelerini hakikatin hakikatine göre çözmenin “nasıl” ve “niçin”ini gösteren, bunun “Remz Şahsiyet”i Salih MİRZABEYOĞLU!

Yani?

Bırakın teğet geçmeyi, ya toptan delinip yok olacağız veya alternatifi olmayan tek alternatifle kendimiz ve bütün insanlık için çâre sunacağız!


NOT: Demokrasi deyince, şu son AB görüşmelerinde, Avrupa’nın olduğu gibi Almanya vesayetine bırakılışı ve buna “hayır” diyen İngiltere ile AB’nin yollarının ayrılışını Koç nasıl yorumluyor acaba? “Yaşasın demokrasi!” diye slogan atmış mıdır?

Dergimiz
Sayı: 7 (13 12 2011)
www.Dergimiz.Net