sancak yine salınsın

o burçta

devir putlarını çağın

bir vuruşta

yaman ol yine yaman

-dileyene kadar aman-

hesap soruşta. (S.M. Aydınlık Savaşçıları'ndan)

30 Kasım 2011 Çarşamba

RTE TAM GÜN YASASININ IRZINA GEÇTİ!

Evet, aynen böyle oldu.

Tam gün yasası icabı, kamu hastanesinde ameliyat yapması yasak olan bir uzman cerrah, RTE'yi ameliyat etsin diye getirildi ve RTE bu doktor tarafından ameliyat edildi.

Kendi nefsine hak gördüğünü, başkasına yasaklamak olur mu? Olursa buna ne denir? Biraz daha eşit denir, "Domuzlar Diktatoryası" denir.

Eee, sayın Recep, yani Sayın Sağlık Bakanı Recep Akdağ, canla başla, bütün mevcudiyetinizle müdafaa etmekte olduğunuz bir düzenin, başbakanınız tarafından düzülmüş olması karşısında, namus ve şeref sahibi her insan gibi istifa edeceksiniz elbette. Size şimdiden avdet edeceğiniz tabiplik hayatınızda başarılar dileriz.

KASIM AYI KESİM AYI

Kötünün kötülüğü, iyi görünümlü kötüden daha evlâdır. Veya tersi, İyi görünümlü kötü, bizzat kötüden daha kötüdür.

Kelime kelime olmasa da Üstad Necip Fazıl’ın bu minvalde bir ifâdesi olduğu kalmış aklımda.

Veya şöyle de olabilir; gerçek iyinin, iyiliğin, doğruluğun, güzelliğin yolunu kesen sahte iyi, sahte doğru ve sahte güzel, iyiliğe, doğruluğa, güzelliğe açıkça düşman olan kötüden daha kötüdür.

Bu hikmetin tedaileri olarak: Felix Culpa mevzuu ve yarım oluşların tüm oluşları engellediği hikmetleri…

Felix Culpa, malûm, “mutlu cinayet” demek. Dış yüzden doğru gözüken ama içinden büyük bir hatâdan ibaret olan durumlar için kullanılan bir tabir.

Yarım oluşların tüm oluşları engellemesi mevzuunun da ilim ve fikirden, pratik hayata dair bir çok tezahürü var. Psikolojide, “ket vurma” diye bir bahis var. Misâlen, birkaç parmakla klavye kullanmayı öğrenen bir kimse, on parmak kullanma noktasında çok zorluk çeker. Sıfırdan on parmak klavye kullanmayı öğrenmeye başlayana nazaran, bu birkaç parmakla klavye kullanmayı öğrenmiş kişinin on parmak öğrenmesi çok daha zordur. Önce öğrendiği yanlışları unutması gerekecektir. Bu tip bir duruma, “ileriye ket vurma” denmekte. Geriye ket vurmada ise tersi, sonradan öğrenilenlerin, yeni alışkanlıkların, önceki alışkanlıkları ve bilgileri faal hale getirmeye engel olması…

Bahsimiz AKP ve AKP sayesinde bu ülkenin büyük çoğunluğunun içine düşürüldüğü feci durum.

AKP’nin bu yukarıda saydıklarımızla ne gibi bir alâkası olup olmadığına gelmeden önce, birkaç psikolojik, biyolojik deney ve tesbit daha aktaralım. Bilindiğini varsayarak kısaca; yavaş yavaş ısıtılan suda kurbağa deneyi ki, kurbağalar suyun kendilerini haşlayacak derecede ısındığını fark edemiyorlar, fark ettiklerinde de iş işten geçmiş oluyor.

Bir diğeri de malum, Pavlov’un Köpekleri ve -şartlı refleks- deneyleri; bir seferinde, büyük bir tabi afet neticesi laboratuara uzun sayılacak bir müddet gidilemez. Tabî âfetten laboratuardaki hayvanlar da etkilenmişler, bir kısmı telef olmuş, uzun müddet aç kalmışlar vs. Nihayetinde, bu âfet neticesi travma yaşayan hayvanlar şartlı reflekslerini de kaybetmişler.

Müslüman Anadolu ahâlisinin üzerine bir kâbus gibi çöken, bununla yetinilmeyip bütün dünyadaki Müslümanlara, emperyalizm tarafından “rol model” olarak takdim edilen AKP ki, “Ilımlı İslâm”-“Allahsızlık Müslümanlık” tenceresinde kurbağa haşlar gibi bizleri haşlamaya kalkan…

Güya iyi görünürken gerçek iyinin yolunu kesen, kötüden daha kötü, en kötü, esfeli safilin… Felix Culpa…

“Ol veya öl!” ihtarı karşısında, “böyle de olunurmuş!” müptezelliğine, tatminine, sahte oluşlara yol açan ve bu hâliyle de gerçek oluşun önünü kesen, ket vuran…

Müsbet bir hamle için gerekli olan bütün oluş ızdırabını uyuşturarak yok eden, Müslümanları, emperyalizmin eline tutuşturduğu çanın sesi ile Pavlov’un köpeklerine dönüştüren, mankurtlaştıran…

Mankurtlaştırmayla birlikte “idraklerin iğdiş edilmesi”…

İdraklerin iğdiş edilmesi ve mankurtlaşma… Yani, düşmanına karşı tavır alamama, dost ve düşmanı ayıramaz hale gelme.

Ki, kimlik meselesidir aynı zamanda, “ben kimim?” suâliyle birlikte, “esas hasmım kim?” sualine de tutarlı bir cevap vermeyi gerektirir.

Esas hasım, yakın ve uzak tehlikeler neler?

Meseleyi daha fazla dağıtmadan…

AKP’nin “idrakleri iğdiş etmede elde ettiği başarı ile, kimlik mevzuunda ve dolayısıyla düşman hedefini tayinde sapmalara yol açtığı bedahet.

En basitinden, en yakın çevremizde şahid olduğumuz vakâ ki, işkence ve işkencecilere karşı alınan tavırda kendisini göstermekte.

Düne kadar ve açık kötüden gelen işkenceye karşı en galiz ifâdelerle karşı koyanlar, “Remz Şahsiyet”in yok edilmek istenmesi derecesinde AKP eliyle yapılan işkenceye karşı, o geçmişlerindeki hâlleriyle kıyaslandıklarında hiç de tanınmayacak bir edâ ve tavır sergilemekteydiler…

İşkence ve işkenceciye karşı mücadele sanki bir prensip meselesi değilmişçesine bir tavır, bir edâ.

İşte, AKP’nin en büyük oyunu, gerçek düşmanı kendi üzerinden perdelemesi ve alınacak net ve kesin tavırlara mâni olması. Tutuk ve şaşkın bir lisân. Ne diyeceğini bilmez bir üslup. Bir gün karşı olurken, diğer gün yanında gözükücü bir şaşırmışlık hâli. Bu, kararsızlığın ifâdecisi. Dost ve düşman kutuplar üzerinde verilmiş bir kararın olmayışının. Oysa bir ihtilâl hareketi için en büyük handikap kararsızlıktır. Öyle ki, en kötü karar bile, kararsızlıktan daha iyiyken…

İşte, “Kasım” ayı, bütün bu uğursuz handikapları ortadan kaldırıcı bir dizi hadiseler zincirinin başlangıç, devam veya zirve yaptığı ay olarak, hadiselerin delalet ettiği apaçık mânâlar sâikiyle -AKP iktidarının ihanet ve işbirlikçiliği vs-, Müslüman Anadolu ahâlisinin, AKP’nin gerçek yüzünü ayân beyân görüp-farkedip, bu partiye dair vehmettiklerinin bir kuruntuya dönüşeceğini idrak etmesine yol açmakla, bu parti ile olan bağlarını kesmeye başladı…

Kasım ayı içerisinde idrak etmeye çalıştığımız Kurban Bayramı’nın mânâsına denk bir zaviyeden ifâde edecek olursak, nasıl ki Kurban, nefsin kurban edilmesi –nefsle bağların kesilmesi- gayesine matufsa, Kasım ayının, nefsimizin en büyük ve cemiyet planında en geniş tezahürü olan AKP ile olan bağların kesilmesi neticesini doğurduğuna şahit olmaktayız.

Bir çok farklı çevreden, bir çok farklı yazar ve fikir adamının, farklı konular, farklı gündemler üzerinden, AKP icraatlarına karşı açıktan tavır almaya başladıklarına, AKP’yi eleştirmeye giriştiklerine, kendi partileri içinden olsun bir iç bunalım yaşamaya başladıklarına, Haydarpaşa İstasyonu misâli bütün yolların birleştiği nokta gibi, Kasım ayında şahit olduk.

Zaten var olan muhalefet sesleri ayyuka çıkarken, gizlide pişenler de adetâ bu ayda meydana çıktı.

Deprem vesilesiyle, AKP’nin temsil ettiği “Ilımlı İslâm”-“Allahsız Müslümanlık” rejiminin enkaz altında kalışı… Enkaz altında ölenleri geçtik, “tehlike yok, artık evlerinize girebilirsiniz!” denilenlerin ölmeleri, açlıktan soğuktan naylonların altında ölen bebeler…

Futbolda şikecilere getirilmek istenen af yasası…

“Biz kimsesizlerin kimiyiz, yok bedelli askerlik filan!” diyen RTE’nin, şimdilerde, “30 bine hiç askerlik bile yapmana gerek yok, gel vatandaş!” diye ortalığı yıkması…

PKK ile yapılan görüşmeler.

Suriye mevzuunda apaçık emperyalizmin taşeronu olduğunun kendini göstermesi…

Füze Kalkanı…

İran…

İsrail’e “efelenir”, seyrüsefer güvenliği edebiyatı yaparlarken, Gazze’ye giden ikinci konvoyun İsrail askerlerince yine esir edilmesi karşısında gıklarının çıkmaması, Mavi Marmara şehidlerinin kanlarını nasıl sattıklarının ortaya çıkışı…

Bu konuyu unutturmak için ellerinden geleni yapıyorlar, yandaş medyada çıt yok.

Bu çerçevede, Kayseri ve İstanbul’da Yahudileri protesto eden göstericilerin polis tarafından zorla gözaltına alınmaları.

İsrail’le olan ticari ilişkilerin artmakta oluşu… (“Kişinin namazına, orucuna değil, parayla olan münasebetine bakın!” ölçüsü)

Yolsuzluklar ve Deniz Feneri…

Zamlar…

Dünya felaket bir krize sürüklenirken, hükümet içindeki bakanlar ve Başbakan’ın her birinden farklı sesler yükseliyor oluşu…

“Yetmez ama evet”çi, “sonuna kadar gidilsin”ci liboşlarla da nihayet AKP’nin arasına kara kedi girmesi. Hüseyin Gülerce’nin ifadesiyle: “Bu beraberlik buraya kadarmış!”

Kasım ayı, kesim ayı…

Bu ayın bahşettiği en büyük zafer de bu.

AKP ile olan bağların, yukarıda bir kısmını listelemeye çalıştığımız çeşitli hadiseler bahanesi ile kesilmesi, kesilme noktasına gelmiş olması.

AKP’nin deşifre olması, yalnızlaşması.

AKP, bu deşifre ve yalnızlıkla, efendilerinin kendisinden istediklerini o kadar da kolay yapamaz. Diğer yandan da Amerika’da mukim emekli vaizle olan irtibatı -bir müddet için- daha da sıkılaşacaktır. Eşyanın tabiatı gereği. İçinden geçilen dönemin “zor”luğu, buna kendilerini mecbur eder. Yine bu dönemin gereklerinden olarak, sahte kutuplaşmayı derinleştirmek adına, Üstad’ın istismarına yönelik hamleler daha da artacaktır. Şu, Dersim tartışmasında olduğu gibi. AKP, sözde Müslümanlığının dozunu biraz daha artıracaktır.

“Zulme” karşı bir başkaldırı şaheseri demek olan Son Devrin Din Mazlumları’nı eline alana dikkat: “Remz Şahsiyet”i işkence ile yok etmeye kalkan bir işbirlikçi, hain, mürted olduğu gibi, Üstad sağlığındayken Üstad’a cephe alanlar arasında yer alan virgüllük bir isim.

Son Devrin Din Mazlumları’nı eline alana dikkat: Milyonlarca müslümanın katledilmesine, çocukların yetim, kadınların dul kalmasına, binlerce bacımızın tecavüze uğramasına destek veren, tecavüzcü-sapık ve katil conilerin sağ salim evlerine dönmesi için dua eden bir “şey”…

Kasım ayı, kesim ayı…

Bu “şey” ile olan bağların kesilmesi…

İnşallah 2012, 2011’de başlayan seferin zaferle taçlandığı yıl olacak.

www.dergimiz.net / Sayı: 5 (29 KASIM 2011)

TOPKAPI BASKINI

Topkapı Sarayı'nı basan eylemcinin Kaddafi yanlısı bir Libya'lı olduğu açıklandı.

Şayet böyleyse:

Topkapı Sarayı'nı hedef olarak seçmesi, AKP'nin Yeni Osmanlıcılık hayaline yapılmış bir darbedir.
İkincisi, AKP'nin evini yıktığı gariplerin intikam alma hamlesidir ki, komşularla sıfır sorun politikasından, komşularını kendi üzerine kışkırtan bir konuma geçmenin bedelidir. Haliyle ülkelerinde çocuk-çoluğunu kaybedenlerin misillemede bulunmalarını anlamak gerek. AKP, bölgede Amerika ve İsrail'in taşeronu olmaktan vazgeçmezse, bu tür saldırıların artması, AKP ihaneti saikiyle durduk yere can ve mal emniyetimizin tehlikeye girmesi kabul edilemez. Sırf AKP Amerika ve İsrail'i memnun edecek diye, cadde ortalarında bombaların patlamaya başladığı, çoluk-çocuğunu kaybetmiş babaların cinnet hali içinde intikam eylemlerine sahne olan bir ülke haline gelebiliriz.

YENİ AKİT GAZETESİ'NİN AVUKAT YILDIRIM DOĞAN'LA YAPTIĞI RÖPORTAJ VESİLESİYLE

Şimdi...

Akit’in internet sitesi bölümünde olmayıp da gazete baskısında olan, meselenin bam teli, Sayın Yıldırım diyor ki:

"Soruşturması ve davası süren Ergenekon yapılanmasından çok daha büyük bir yapılanma var aslında. Bu henüz tam olarak idrak edilebilmiş değil. Soldan sğa doğru hilâl gibi dizilen gizli bir ittifak. Bu ittifak soldan sağa doğru yayılarak her iki grubu da kontrol eden gizli bir yapılanma."

Yıldırım'ın bu minval üzere devam eden ifadeleri karşısında muhabir araya giriveriyor ve "Tamam asıl konumuza dönelim!” diyerek aslında konuyu asıl mecraından saptırıyor. Zira Yıldırım, orada kimi parti başkanlarının bu işin içinde olduğundan bahsediyor. Amerika’nın yönlendirdiği, Amerika ile işbirliği içinde olanlardan bahsediyor. Asıl gladyo bu zaten, kim kendi zamanında Amerika ile işbirliği yapıyor, gizli ilişkilere giriyorsa, Gladyo onunla yürütüyor kendini.

Kim Telegram silahını elinde tutuyor, kullanıyor, kullandırıyor, kullanılmasına müsaade ediyor veya ses çıkarmıyorsa, Gladyo o zaten. Telegram ve işkence; işkenceciler... "Tek tek gebertilmesi muradım olan işkenceciler!" dediği..

Gladyo, AKP...

Pavı'la 2 sayfa 9 maddelik gizli anlaşma yapanlar.

BOP Eşbaşkanı Gladyo...

Asıl üzerine gidilmesi gereken bunlar. Bunlar deşifre edilmeden, büyük oyun deşifre edilmeden, küçük oyunda, kendilerinin oynattığı cambaza bak sirkinde palyaço ederler adamı.

K'nın vermiş olduğu "odaklanma" misaline atfen ifade edelim ki, ne sallarlarsa sallasınlar, Haçlı Yahudi canavarlığı ve işbirlikçileri hedefinden gözümüzü ayıramayacaklar. O hedef, onların politikalarının taşeronu, onları yürüten AKP’den başkası değil. Ve biz o hedefin üzerine gittikçe, bizi o hedeften saptırmaya dair salladıkları şeyler daha da artacak. Sallasınlar sallayabildikleri kadar, tersinden veya düzünden, provokasyonlar da bize yarar, kandırma hamleleri de gıdamız olur Allah'ın izniyle.

Ergenekon denilen, sahte kutuplaşmanın bahanesi yaptıkları, günah keçisi haline getirdikleri yapılanma üzerinden emperyalizmin kendini yenilemesi ve AKP'ye meşruiyet sağlama teşebbüsü karşısında, Anadolu toprakları üzerindeki asıl gladyonun demokrasi oyunu ile iktidara taşıdıkları Ilımlı İslam, Allahsız İslâmcılık olduğu...

"Mirzabeyoğlu'na Özgürlük" derken, "Ergenekon avukatı Çetinbaş!" ibaresini ağızlara sakız yapmanın, "bak, sen de Ergenekon'a karşısın, Mirzabeyoğlu'na ceza veren de Ergenekon'un avukatı zaten!" demenin, Ergenekon sahte kutuplaşması ile meşruiyet arayanlara, Allahsız İslamcılara, dolayısıyla da Haçlı Yahudi keferesine "sığınmak" manasına geldiği...

İşbirlikçilik ve teslimiyet demek oluşu... "Ergenekon'a karşı birlikte mücadele edelim!" teklifi mündemiç bir ifade...

Oysa, Çetinbaş'ın tek başına ceza veren olmasının kendi başına bir hukuksuzluk ve aleyhinde yeter delil olması gerektiği. Bu, "Ergenekon avukatı" vurgulamasının, fazladan olduğu, bunun da ya iş bilmezlikten, veya başka sebeplerden kullanımında ısrar edildiği...

TEODORA DONİ HANIM’IN, YENİ ŞAFAK GAZETESİNDE ÇIKAN YAZISI VESİLESİYLE

Teodora Hanım'a, ilgi ve alakası için teşekkür ederiz.

Diğer yandan, biz, O'nun çözüm merci diye takdim ettiği makamları düşman görmekte ısrarlıyız. Zira onların düşmanlığı bu günle alâkalı değil, geçmişten gelen bir durum. Zaten Teodora Hanım, o çözüm mercilerinin hali hakkında kesin bir hükme sahip olarak değil, "beni yanıltmazlar inşallah" kaydıyla söylemekte ki, sizi de yanıltırlar Sayın Doni... İşin diğer tarafına gelince. Mirzabeyoğlu'nun dışarı çıkması, sadece iadei muhakemeye bağlı bir strateji içerisinde ele alınamayacak kadar mühim. Bu çerçevede de sizden sizin mantığınızı ödünç alarak, siz ve sizin gibi düşünenlere şunu söyleyebiliriz: Mirzabeyoğlu'nun dışarı çıkması cümlesinden olarak, sizin çözüm merci diye takdim ederek ileri sürdüğünüz -artık kimlerse- isimlerle-kurumlarla mevzuyu tahdit etmiş olmanız, başka bir çare yokmuş gibi çözüm mercii dediğiniz insanlara bu meseleyi mahkum etmeniz, asıl çözümün önündeki en büyük engeldir.

Unutulmasın ki Mirzabeyoğlu, her şeyden önce, kanlı canlı bir ihtilâl lideridir ve O'nun işaret parmağı istikametinde insanlar işkenceler görmüş, can almış, can vermişlerdir. Anladığım kadarıyla sizin, "Mirzabeyoğlu sadece bir mütefekkir" yaklaşımınız, "çözüm mercilerine karşı düşmanlık beslemeyin" demenize yol açmakta. Oysa, bir ihtilâl lideri olarak O'nun bu halini biz unutsak bile o çözüm mercii dedikleriniz unutmayacak. Zira kendisi iddiasından vaz geçmiş değil. Mirzabeyoğlu bir ihtilâl lideri olduğuna göre, ihtilâlin hedefi de iktidardır. Bu çok basit bir mantık. Kaldı ki AKP'nin iktidara gelmesi, getirilmesi, Mirzabeyoğlu'na ola düşmanlıkla alakalı. O'nun iktidar yürüyüşünü durdurmak için olduğu, İslamcı mücadele tarihi incelendiğinde apaçık gözükür. Kısacası AKP, varlığını, Mirzabeyoğlu’na, O’nun mânâsına olan düşmanlığa borçlu.

Bizim iktidara karşı düşmanlığımıza gelince. Bundan daha tabi bir şey olamaz. İBDA, işbirlikçilik ve teslimiyeti reddeden, her zaman dik duruşuyla, düşman olan değil, olunan mercidir. Zira sistem teklif etmektedir. Sistem çapında teklifi olanla, mevcut yapıya entegre olarak hayat sürmeyi marifet bilen arasında fark olsa gerektir. Ve mevcut yapıya entegre olmayı marifet bilen, elbette sistem teklif edeni düşmanı bilecektir. Sistem teklif etme çerçevesi içinde Mirzabeyoğlu, "Remz Şahsiyet"tir. "Remz Şahsiyet"e yapılan saldırı ve işkencenin devam ediyor oluşuna, birilerinin onlara düşmanlık ediyor olması bahane gösterilemez. Mevzuu tersinden ele almak olur. Sistem teklifi yapanın yerine kendisi geçmek için her tülü üç kağıdı çeviren, daha sonra da iktidara geldiklerinde, getirildiklerinde de vazifeleri icabı Remz Şahsiyet'e işkence etmeye devam eden vasfıyla AKP, düşmanlık oklarımızın hedefine kendini koymuş oluyor.

Todora Hanım'ı yazdıkları ve meseleye gösterdiği ilgi ve alakadan dolayı yine tebrik ediyoruz. Bu hakikati başa alarak devam edelim...

Şimdi, birileri bu işi manipüle edip, yani AKP'ye olan düşmanlık meselesini... Ki, AKP'ye karşı gerçek ve tek muhalefet biz kaldık, apaçık ortada. Bu muhalefeti de devre dışı bırakmak için, en zayıf noktadan saldırıp, idrakleri iğdiş etmeye, muhalefeti, düşmanlığı boşa çıkarmaya çalışıyor olmasınlar?

Malum, şeytan, "ben şeytanım!" diye gelmez ki, hak suretinde gözükür. Cehennemin yolları da iyi niyet taşlarıyla döşelidir.

Ortada bir haksızlık ve zulüm var. Hem K'nın şahsına, hem de bütün insanlığa karşı işlenen bir suç var. Evet, bu durum hukuki bir vaka aynı zamanda. AKP iktidarının suç işlediğini, Teodora Hanım da zımnen kabul etmiş oluyor yazdıklarıyla. Suç var, adaletsizlik var, bir suçun, adaletsizliğin izale edilmesi için rüşvet istercesine, "Ya siz de hak gördüklerinizi söylemeyin, düşmanlık etmeyin!" demek olur mu? Peki, K dışarı çıkmış olsun, O, kendisine yapılanların hesabını sormayacak mı AKP'den? Yapanlardan? Remz Şahsiyet'e yapılmış, Remz Şahsiyet olduğu için yapılmış bir saldırı, artık nefsi olmaktan çıkmıştır. Bu mânâyı hisseden herkes bunu nefsine yapılmış kabul eder. O mânâyı hissetmeyenlerin dahi şahsına yapılmış bir saldırı olduğu ise ayrı bir mânâ. Remz olduğu davaya ve son tahlilde o davanın sahiplerine yapılmış bir saldırı. Yani bu saldırıyı O'nun dahi affetme yetkisi yok. O'nun şahsında "sistem"e yapılmış bir saldırı. AKP'nin bu denli bir planlama ve cesaret sahibi olmadığını hepimiz biliyoruz. Buna tek başına AKP'nin ne gücü yeterdi, ne cesaretleri var. Arkalarına aldıkları ve o telegram cihazını kullanmayı kendilerine emreden merkezlerin gücünü kullanmaktalar. Yani savaş, tam da İngiliz Mehmed'in ifade ettiği üzere, "Küreselcilerle, milliyetçiler arasında!" Küreselciler, kendileri gibi işbirlikçi teslimiyetçiler, milliyetçilerse, bu ihaneti reddeden kim varsa o. Mesele bir savaş yani Teodora Hanım. Bu savaşı algılamazsanız, AKP'yi çözüm merci olarak görmekte mazursunuz demektir. Ama çözüm merci AKP değil, olsaydı AKP'yi bertaraf etmekle bu iş hallolurdu ki o da fazla emeğe gerek kalmayacak bir işti. Bu bir savaş ve savaşta çare, netice, tarafların savaş süreci içerisinde çözülmeye başlamalarıyla kendini gösterecek. Bu kanlı sürece girmemize mani olmak adına, düşmanın attığı oltaya kapılıp, "savaşmaktan vazgeçin de Mirzabeyoğlu'nun salınıvermesi yolunda engel olmaktan çıkın!" yollu ikazınızın, şeytani olmadığına nereden emin olabilirsiniz? Değil mi, bunun savaş olduğunu bizzat AKP'nin, yani çözüm merci dediklerinizin kendileri itiraf etmiyorlar mı?

İadei muhakeme meselesi ise, ifade ettiğim üzere, hukuki bir bahis ve Mirzabeyoğlu'na yapılan hukuksuzluğa karşı, başında bulundukları ve namusları demek olan hukuklarına ne kadar riayet edip etmedikleriyle alakalı. Hak olan bir şeyi yapmak mecburiyetindeler. Yapmadıkları her saniye, kendi hukuklarının ırzına geçiyorlar demektir. Adamı bu sapıklıktan vazgeçirmek için, sapıklığını haykırmaktan vaz mı geçelim? Garantisi ne? Yani böyle bir garanti de yok, haksızlık karşısında susmanın, şeytanlığın. Nereye kadar susacağız? Vadeleri bu günden yarına ata ata, ha bu gün, ha yarın diye diye, nereye kadar? Hak bu mudur, vicdan bu mudur?

Mirzabeyoğlu, Remz Şahsiyet olarak, zamanı gelince çıkacaktır, ama öyle, ama böyle.

Mesele konuşulsun, herkes eteğindekini döksün, ve herkes söylediklerinin, yaptıklarının arkasında erkekçe, mertçe dursun. Teodora Hanım'ı bu mert tavrından dolayı ayrıca tebrik ederiz, herkese de örnek olur inşallah.
 
Evet, herkes söylediklerinin arkasında mertçe dursun, karnından konuşmasın, biz son tahlilde bir ihtilâl hareketiyiz ve yaptıklarımızın ve yapmadıklarımızın hesabını vereceğiz. Cephe esprisine gelince, bu da farklı alan ve mizaç farklılıklarının görünmesi için olduğu kadar, yavşakların ve sümüklülerin de ortaya çıkması için aynı zamanda. İhtilâl süreci, bu çerçevede bir arınma sürecidir de. Tabi bu ifadelerim Teodora Hanım'ı hedef almıyor. O'nun böyle İbdacılık, ihtilâlcilik gibi bir iddiası zaten yok. O, kendi samimiyeti dairesinde, doğru gördüğünü ifade etmiş, ne güzel de yapmış.

Mesele açıldı, hadi devam edelim o zaman.

İbdacı olmak, ihtilâlci olmayı gerektirir. Yoksa iş, bir zamanların Necip Fazıl'ı sevenleri gibi, Salih Mirzabeyoğlu'nu Sevenler Derneği gibi bir şeye dönüşür. Hani şu komünist Troçki, raporunda demekteydi ya, "Bunlar Komünist olabilir ama, ihtilâlci asla!" İşte öyle, SM'yi sevenlerden olmak ayrı, SM’nin bizzat “varlık gayem” dediği davasının muradı olarak ihtilâl hareketinde yer almak, yer almayı istemek ayrı.

İhtilâl hareketi içinde olmayan birinin, böylesi bir çıkışla, SM için iadei muhakeme istemesi, gayet hoş bir durum. En azından vicdanen bir mesuliyetin ifası. Ama ihtilâl hareketi içinde olup veya öyle olduğunu iddia edip veya öyle olduğu izlenimi vermeye bayılıp, diğer yandan da iadei muhakeme işini tek çıkar yol olarak takdim etmek, olmaz. İadei muhakeme için çalışmak ayrı, kimseye de çalışmasın demedik ya, ama bunu hareketin mekezi stratejisi gibi takdim etmek, “buna mani olacak şu şu faaliyetler iptal edilsin, şöyle böyle konuşulmasın” demek, haddi aşmak olur.

Asıl ve en önemli tehlike, Mirzabeyoğlu'nun ihtilâl lideri olması hakikatini ikinci plana düşürecek, kitlelerde böyle bir algılamaya yol açacak tavırlar. Bu tavırların yer etmesi.

Tekrar hatırlatalım, Mirzabeyoğlu'nun fikirleri doğrultusunda bir çok insan can aldı can verdi. Ve Mirzabeyoğlu, Türkiye'deki Batıcı rejimi, emperyalistlerin elinden çekip alma kapasitesini ortaya koyduğu için bu cezaya çarptırıldı. Düşmandan da başka türlüsünü beklemiyordu. Ve şimdi, o emperyalist taşeronu rejim, efendileri ile beraber tarihin çöplüğüne doğru gittiği ortaya çıkmış olarak, sakın bizlerin ihtilâlci tavrımızı, muhalefetimizi törpülemek adına, hak suretinde oyunlar oynuyor olmasın? Ali Bulaç'ın yazdığı yazı? Gülerce'nin ziyareti?

Şimdi bütün bunları niye belirtme ihtiyacı hissediyoruz, dediğim gibi, hukuk mücadelesi adına söylenenler bir yana, "sizin faaliyetleriniz, bizimkilere köstek oluyor!" dendiği zaman, durum değişiyor. Hukuk mücadelesi çerçevesinde, hukuki bir durum tesbiti olarak, Mirzabeyoğlu'nun eline silah alıp eylem yaptığına veya eylem talimatı verdiğine dair bir delil olmaması ayrı bir mevzu, O'nun ihtilâl lideri olarak, fırsatı eline geçirdiğinde, eline silah alarak bu köpeklerin kökünü itlaf edecek olması ayrı.
Hukuki süreç ve hukuk mücadelesi, hukukçuların işi. Onlar kendi alanları ile ilgili olarak, ellerindeki delilleri, mevcut hukukun icapları dairesinde ortaya koyup dökmekle mükellef. Biz ise hukukçu değiliz, bizim böyle bir mesuliyetimiz ve mecburiyetimiz yok. Bilakis, ihtilâlci olma mesuliyet ve mükellefiyeti dairesinde, biz de kendi mizaç ve meşrebimizce kendi doğrularımızı ortaya koymakla mükellefiz. Aslında mesele bu kadar basit.

Burada bir noktaya daha dikkat çekelim, hem de yıllar öncesinden K'nın dikkat çektiği bir noktaya. Sol ihtilal hareketleri üzerinden, bizlere verdiği bir derse. Solda yazan-çizen adamla savaşan adam arasındaki his farklılaşmasından mütevellit ortaya çıkan sakat bir durum... Tabi bunu sol kendine çeki düzen versin, yazan çizen adamlar, kendilerini savaşan adamın ruhiyatına uydurmaya baksın diye söylemediğini anlamak için ahmak olmamak yeter.

Sivil Toplum faaliyeti, şu faaliyeti, bu faaliyeti ile o faaliyetin kendi hedefleriyle, her türlü silahla mücadeleye dair bir hayatı tercih etmiş ve örgütlenme gereği çerçevesinde faaliyet gösteren, göstermeye çalışan adamın hedefleri arasındaki farkın farkına nazaran, problem çıkmaması adına, herkesin kendi durduğu yeri doğru tesbit etmesi, edebilmesi ilk şart.

Not: Bu yazı, "Direniş ve Zafer" Facebook sayfasında konuyla ilgili yaptığımız yorumların tashih edilmiş halidir.

23 Kasım 2011 Çarşamba

SON DEVRİN DİN MAZLUMLARI VE...

Öğle vakti TV'de RTE konuşmaktaydı; partisinin il başkanlarına hitaben…

Dinden, vicdandan, namustan bahsediyor. Dersim'e kendilerinin nasıl çok daha önceden sahip çıktıklarını, bu günkü çıkışlarının sadece siyasi bir hamleden ibaret olmadığına ikna etmeye çalışıyor kendince.

Bu ikna çabasını da -beklediğim gibi- Üstad'ın “Son Devrin Din Mazlumları” kitabını elinde sallayarak delillendirmeye çalışıyor.

Birilerinin yazdığı ve bedelini ödediği bir kitap, başkasına delil olabilir mi?

Bir kere, RTE, zulme karşı durmamıştır ki Son Devrin Din Mazlumları’nı ağzına alabilsin.

Bu adama şunu sormalı, "Madem Necip Fazıl'a o kadar bağlısın, madem zulme o kadar karşısın, Necip Fazıl'ın, "Onlar benim peşimden gelmeyecek, ben onların arkasından koşacağım!" diye takdim ettiği Salih Mirzabeyoğlu'na niye düşmanlık etmektesin? Madem zulme karşısın, Salih Mirzabeyoğlu'na niye işkence etmektesin? Dersim zulmü, sizin Salih Mirzabeyoğlu'na yaptığınız işkencenin yanında solda sıfır kalır!

Mücadele, zamanın zalimine karşı verilir. Necip Fazıl bu gün yaşamış olsaydı, size karşı en gür seda ile bayrak açanlardan olurdu ve sana da "ŞERDOĞAN" derdi. Sen ki milyonlarca müslümanı katleden, binlerce bacımıza tecavüz eden Haçlı sapıklarına, işgal ettikleri Irak'tan sağ salim evlerine dönemsi için dua eden, Haçlı zulmünü meşrulaştıran, Haçlı sapıklığını, tecavüzlerini görmezden gelen, Haçlıların suç ortağı bir suçludan başka bir şey değilsin. Nasıl oluyor da Necip Fazıl'ın zulme karşı kaleme aldığı bir kitabı diline dolamaktasın, utanmadan, sıkılmadan.

Zamanının zalimi artık CHP değil, sensin, sen!

Sen, ŞERDOĞAN!

Zulmün müşahhaslaşmış hali; öyle ki bu halinle CHP'den bile tehlikeli bir iman ve ahlâk düşmanı sen.

Sen, CHP'nin bile tahayyül edemeyeceği bir imansızlık ve ahlâksızlık cereyanının yol açıcısı, sen İslam’ın en büyük düşmanlarının peçetecisi, işbirlikçisi, taşeronu...

Neymiş, kendisi o mücadeleyi vermiş...

Şu lafa bakar mısınız, hemen kendisini Necip Fazıl’la eşleştiriveriyor.

Ne mücadelesi?

Üstad'a demediklerini bırakanlar bunlar değil miydi?

Üstad o zaman Erbakan'a tavır aldığında, bunlar Üstad'a olmadık hakaretleri, karalamaları, saldırıları yapmamışlar, Üstad’ı mücadelesinde yalnız bırakıp, arkadan vurmamışlar mıydı?

Şimdi de Üstad üzerinden parsa toplamaya çalışıyor. Fethedilen alanda fatihçilik oynamaya kalkıyor.

Sahibi olmadığı mânâların maliki gözükmeye bayılıyor; Yürüyen Takım Elbise!

Ne mücadelesi?

Kasımpaşa'da bununla beraber olanlar bilmiyor ve anlatmıyorlar mı ki, 80 öncesinde en ufak bir tehlike belirten bir iş-eylem olduğu vakit ortada olmayan RTE, nerde 3-5 kişilik bir kalabalık olsa başlarında nutuk atmaktadır.

Bu davanın gerçek mücadelesini verenler, bedel ödeyenler, davalarında samimi ve zulme ve zalimlere karşı hâlâ mücadele etmeye devam ederlerken, RTE ve yanındaki parsacılar -evet, Üstad bunlara parsacı diyordu, değil mi?- Haçlı zalimler için dua ediyor.

Mücadele, zamanının zalimine karşı verilir. Yoksa Ebu Cehil'e söv söv dur, Tebbet'i oku oku dur. Zamanının iktidar sahibi, güç kudret sahibi Amerika'yı hedef almadıktan, bırak hedef almayı işbirlikçilik yapmayı, taşeronluğu, o zulümlere Eşbaşkanlık yapmayı marifet gibi gösterdikten sonra, sana Müslüman denebilir mi? İstediğin kadar kelimei şehadet getir.

Ey Şerdoğan Recep!

Madem Necip Fazıl diyorsun, cevap ver: Necip Fazıl'ın, "onlar benim peşimden gelmeyecek, ben onların arkalarından koşacağım!" dediği Salih Mirzabeyoğlu'na niçin işkence yapmaktasın, zulmetmektesin, yok etmeye çalışmaktasın?

Remz Şahsiyet’i hedef almış olan sen…

Cesaretin, yüreğin, adamlığın, vicdanın varsa buna cevap ver.

Bu sorulara cevap vermeni elbette beklemiyoruz. Ama bu soruları nasıl olsa gün gelecek, baş başa kaldığımızda soracağız. Şimdiden yalan hazırlamaya başla Amerikan işbirlikçisi. Zalimlerin şahı, Müslümanların düşmanı, Süfyan!

22 Kasım 2011 Salı

HADİSELERİN MUHASEBESİ

AKP ENKAZ ALTINDA KALDI!

Van depremi AKP iktidarının, Ilımlı İslam-Allahsız Müslümanlık rejiminin, sisteminin çürüklüğünü, vurdumduymazlığını, bencilliğini, nefsaniyetini ortaya koydu.

Oğluna aldığı gemi için, “gemicik” diyen ve, “ne var bunda, 300-500 bin dolar peşinat ödeyen, taksitle böyle bir gemiciği alır” diyen adam, Van’da evsiz kalanlara çadır bulamadı. İnsanlar, derme çatma naylon barakalarda kar altında yaşam mücadelesi veriyor. O barakalarda çıkan yangınlar bebelerin canına mal olmaya devam ediyor.

İşin bir diğer vahim tarafı ise, AKP’nin, bizi, can düşmanımız İsrail’e muhtaç etmesi…

Sonra, “bakan”ın biri çıkıp, “yeni deprem olmaz, evlere girin!” diyor, ardından gelen depremle neler yaşandığı malum. Bakan efendi, ölülerin karşısında gayet pişkince, “ne yani Van’ı boşaltın mı demeliydim!” diyor. Ne oldu, “Van’ı boşaltın” demedin de şimdi Van boşaltılmıyor mu? İnsanlar kamyon kasalarında, şu kışın ortasında yollara düşmedi mi?

Allahsız ve ahlâksız Ilımlı İslâmcılığın halkımıza karşı gerçek tavrı ortaya çıkmış oldu.

AKP FIRILDAKLARI – CARİ AÇIK

AKP’nin “al takke ver külah” ekonomisi yolun sonuna geldi. Babacan yurt dışında para aramaya çıktı, ama el açtıkları artık kendi can dertlerine düşmüşler, pek destek olacak halleri kalmamış.

Hükümetin bir kısmı gelmekte olan felakete dair ipucu mahiyetinde ifşaatlarda bulunur, ağzından laf kaçırırken, diğer bir kısmı ise onların söylediğini yalanlayıp, güllük gülistanlık bir tablo çizmekte.
AKP’nin çarelerden çare beğenme gibi bir lüksü yok, elde avuçta ne varsa satacak, zam ve vergilerle, sosyal güvenlik harcamalarında kısıntılarla, borcu çevirmeye çalışacaklar. Bakalım bu illüzyon, bu üç kağıt, daha ne kadar devam edecek.

Bu yaz biraz lunaparklarda çalıştım, içeriden müşahede etme imkanım oldu lunapark alemini. Bayağı fırıldak çevrilmekte. Ama şunu söyleyebilirim ki, lunapark fırıldakları AKP’ninkiler yanında çok masum kalır.

Lunaparkta bu fırıldaklara ayıkan ve biraz da cesareti olanlar, isyan edip sesini yükseltince, kaptırdıklarını geri alma şansını da yakaladılar. İhtilâller de böyle oluyor biraz. Ve, barutuna ekmek karışan ihtilâller illa patlar ki, AKP’nin sahte dengelerle bu işi götürebileceği yerin sonuna geldik inşallah. Başyücelik Devleti’ne giden yolu AKP daha fazla tıkayamaz.

AKP, PKK İLE GÖRÜŞMEYE DEVAM EDİYOR

Perde önünde PKK’ya karşı en ağır hakaret ve saldırıları yapan AKP’nin, perde arkasında görüşmelere devam ettiği ortaya çıktı.

En son Oslo’da, hakan Fidan’ın iştiraki ile yapılan görüşmeler basına yansımız ve orada AKP ile PKK’nın yüzde doksan beş anlaştığı bizzat AKP temsilcileri ağzından ifade olunmaktaydı.
Şimdi yeniden başlayan görüşmeler, Barzani gözetiminde yapılmaktaymış.

Taraf gazetesinin haberi böyle.

Eh biz inanmadık tabi, koskoca Kasımpaşalı Recep, üç beş çapulcuya boyun eğecek değil ya? hem tam da Arınç, “bellerini kırıyoruz!” derken.

FÜZE KALKANI’NA PROTESTO

Kürecik’te kurulan füze kalkanına karşı oluşan “Füze Kalkanı Karşıtı Platform”un çağrısı ile Malatya kent merkezinde sendikaların, siyasi parti ve demokratik kitle örgütlerinin, yöre derneklerinin, Kürecik köylülerinin katıldığı “ Füze kalkanına hayır!” mitingi düzenlendi.

“Demokrasi, demokrasi” diye yeri göğü inleten, “vesayet”e karşı olduğunu damarları gözükecek şiddette bas bas bağıran siz sahtekârlar.

İşlerine gelen yerde, “sandığa alışın” diyerek referanduma giden samimiyetsizler!
Haydi bakalım, yiyorsa, sıkıyorsa, koyun şu sandığı milletin önüne de, görelim, Füze Kalkanı isteniyor mu istenmiyor mu?

Vesayete karşılarmış…

Amerikan vesayeti ile Füze Kalkanı olunca memnunsunuz ama!

BU TAKSİMİ KURT YAPMAZ, EMPERYALİSTLERİN ÇAKALLARI YAPAR!

Yunanistan’ın işi bitti. Vesayet altına aldılar. Demokrasinin beşiğinde (!) iktidarı, kendileri adına iş görecek birine teslim etti emperyalizm.

Yıllar önce bizde de bu değişim yaşanmış, Kemal Derviş vasıtasıyla zamanının TC hükümeti vesayet altına alınmıştı. Irak’a saldırı hazırlığında olan emperyalizme bu iktisadi vesayet yetmedi, iktidarı değiştirdiler. Nihayetinde siyasî iktidarı da AKP ile vesayet altına aldılar. Ecevit’e anti-emperyalist bir mânâ izafe etmiyoruz, kendi iç çekişmeleriydi yaşanan. Emperyalizmin dönem dönem böyle müdahalelerine şahidiz.

AKP’nin övündüğü iktisadi başarının temelinde aslında emperyalizmin Kemal Derviş vesilesiyle dayattığı melaneti, AKP’nin harfiyen tatbik etmedeki kararlılığı vardır.

Tenakuz gibi geliyor, bir tarafta izafi bir başarı, diğer tarafta emperyalizm…

İlk yazımızda bu başarının aslında “Felix Culpa”dan ibaret olduğunu belirtmiştik.

Mutlu Cinayet…

Vatanı emperyalizme peşkeş çekmek karşılığı, emperyalistlerin verdikleri destekle nisbeten elde edilen bir denge…

O günlerde bir detay haber: Türkiye’nin gelir dağılımındaki adaletsizlik o noktaya gelmişti ki, sosyal patlama riskine karşı, Haçlı dünyası, Türkiye’yi kaybetmemek, iktidardaki işbirlikçilerini korumak maksadıyla, Sosyal Riski Azaltma Projesi adıyla, toplumun en alt gelir seviyesindeki kesimlerindekilerin isyanının önüne geçebilmek maksadıyla, sosyal yardım projelerini gündeme getirmişlerdi: Yeşil Kart, kömür, pirinç, nohut vs…

Öyle ya, toplumun en çok kazanan yüzde onluk kesimiyle en az kazanan yüzde onluk kesimi arasındaki fark 10 kata ulaşırsa o ülkede ihtilal olması eşyanın tabiatı icabıydı. Türkiye’de bu fark bırakın 10’u, 30’lara çoktan ulaşmış durumda.

“Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa!”

Kurt yapmaz ama, emperyalizme çakallık yapanlar yapar…

30 katı aşan farka rağmen, isyanın olmayışının sebebi sadece birkaç paket pirinç, birkaç çuval kömürle izah edilemez elbette.

Bu noktada AKP üzerinden oluşturulan sahte kutuplaşma ve halkın bir yerde, “top mu tereyağı mı?” tercihiyle karşı karşıya bırakıldığını söyleyebiliriz.

Fazilete göre mi yaşamalı, hazza göre mi?

Müslüman Anadolu ahalisi, hazza dayalı yaşamanın temsilcisi olarak gördüğü Batıcı, çağdaş değerleri savunduğunu iddia eden ulusalcı vs. kesimler üzerine yapılan operasyonlar saikiyle, Batıcılığa ve Batılılaşmaya karşı kendinden gördüğü AKP’nin zulümlerine sessiz kalmayı, yaşadığı açlığı ve sefaleti bir müddet daha gündeme getirmemeyi tercih etti.

O zaman da ifade etmiştik ki, ulusalcıların en büyük yanlışı, laiklik siperinde vatan müdafaası yapmaya kalkmaları oldu, bu gün de aynı hata ile vatan müdafaasını malül bırakmaktalar. Tahkimat yanlış yapılırsa, savaş en baştan kaybedilmiş olur. Misal, AKP’nin kapatılması davasında, tek başına BOP Eşbaşkanlığı yeterken, asıl kapatma sebebi BOP Eşbaşkanlığı olması gerekirken, “laiklik” gibi bir sebeple açılan kapatma davası, laikliği hiç de önemsemeyen Müslüman Anadolu ahalisi nezdinde, AKP için bir teveccüh sebebi olmaktan ileri gidemedi. Neticesi de malûm…

Top mu tereyağı mı?

Hazza göre mi yaşamalı, fazilete göre mi?

Müslüman Anadolu ahalisi, tercihini -müşahhas ifadesi yanlış olsa da-, faziletten yana kullanmış olmakla kendindeki o müthiş potansiyeli bir kez daha ifşa etmiş, ortaya koymuş ve büyük oynayanlarla büyük oynama kabiliyetinin bir kez daha ispatçısı olmuştur.

İşte O’nun, Anadolu’nun vehmettirdiği bu büyük potansiyel karşısında saygıyla eğilmek ve bunu anlamak ve bu potansiyeli bir kuruntudan ibaret bırakacak AKP işbirlikçiliğinin bu potansiyeli pörsütücü, imha edici tehlikesi karşısında da pür dikkat olmak durumundayız.

Bu potansiyelin doğru mecralarda doğru ifadesi için gereken ilk şart, AKP’nin deşifre edilmesi ki, bu yolda da sahte kutuplaşmalara sebebiyet verici bir dil kullanmakta ısrar eden ve bu saikle sahte kutuplaşmanın devamına sebebiyet teşkil edenler, AKP’nin kendini gizlemesi yolunda en büyük koz olmaktalar. AKP, kendi meşruiyetini, bu sahte kutuplaşmacı dili öne sürerek sağlamakta.

Vatan elden giderken, vatanı laiklikle kurtaracağını zannedenler, yarın ellerinde bir vatan kalmadığında mı akılları başlarına gelecek? Laiklik ezberleriyle daha ne kadar AKP ekmeğine yağ sürmeye devam edecekler?

Kurtuluş Savaşı, Müslümanların, kendi önceliklerini geride bırakarak, vatanın kurtarılması adına Batıcı değerleri savunan kadrolara destek vermesi ile başarıya ulaşmıştı. İBDA’nın üzerindeki mührü taşıyan Esseyid Abdulhakîm Efendi Hazretleri’nin Kurtuluş Savaşı’na verdiği destek malûm… Böylesi dönemlerde, başarıya, reel şartlar çerçevesinde savaşı kazanmanın nasıl ve nerde birlik sağlanmasıyla mümkün olabileceği üzerinde verilecek doğru kararlarla ulaşılabilir. İdeolojik formasyonları olmazsa olmaz sadedinde öne sürmek, son tahlilde emperyalizme, işgalciye tersinden de olsa yardım etmekle eş.

DERGİMİZ.NET 4. SAYI (22 KASIM 2011)

www.dergimiz.net

SURİYE İLE SAVAŞ

“Savaş” tabirini bildiğim kadarıyla ilk kullanan İbrahim Karagüldür; ki, haklıdır… Mevcut durumda AKP sayesinde Türkiye, Suriye’ye karşı fiilen bir cephe ülkesi konumuna gelmiştir, resmen olmasa da fiilen bir savaş başlamıştır.

Zira Suriye isyancılarının elebaşları AKP iktidarı tarafından korunmakta, Suriye’de iç savaş çıkartmaları için kendilerine yardım ve yataklık yapılmaktadır. Onlar da buradan aldıkları destekle Suriye içinde terör faaliyetleri yürütmekteler, Suriye ordusuna ait hedefleri vurduklarını ilan ediyorlar.

Suriye ordusundan kaçtığı ve albay olduğu iddia edilen bir asi, Özgür Suriye ordusu denilen ve Suriye ordusu kaçaklarından müteşekkil 15 bin kişilik bir asi güruhuna komuta ettiğini basına beyan etmekten kaçınmıyor. Kendisini Samandağı’nda Türk (!) askeri korumaktaymış.

RTE ise, Cengiz Çandar’ın açıkça ifade ettiği üzere, ABD’nin, Haçlı-Yahudi emperyalizminin taşeronu olarak ileri atılmış ve BOP Eşbaşkanlığı çerçevesinde kendisine verilen görev icabı Suriye’yi demokratikleştirmeye çalışmakta.

Ne de olsa amirlerinden sıkı disiplin almış, kurs görmüştür. “Bekçi Murtaza” psikolojisi ile, Irak, Libya ve Afganistan’da edindiği tecrübeyle, kendi başına harekete geçmiştir geçmeye ama yine de Haçlı refiklerine kızgındır, kendisini yalnız bıraktıkları saikiyle teessüflerini bildiriyor: Suriye’de petrol olmadığı için mi Libya gibi hemen saldırıya geçmediniz de beni yalnız bırakmaktasınız!

AKP-RTE’ye soracak olursanız, Suriye’ye cephe açmalarınız sebebi tamamen ahlâkîdir. Suriye’nin demokratikleştirilmesi, AKP’nin olmazsa olmazıdır. Zira Suriye devleti halka zulmetmektedir. Kendi halkını enkaz altından kurtaramayan, kurtardıklarını kara kışın ciğer delici soğuğuna teslim eden bir iktidar, milyonlarca Yeşil Kartlı aç, çıplak, ele-güne muhtaç vatandaşı olduğuna bakmadan, Suriye halkını kurtaracak öyle mi? Her ne kadar Suriye’deki duruma müdahale teşebbüsü ile Türkiye’nin içerideki vaziyeti farklı kategoriler gibi gözükse de temelde ayını yanlışa istinat etmekte: Emperyalizm.

Emperyalizme dayalı iktidarların Türkiye’yi getirdiği içler acısı hâle bakmadan, emperyalizm adına komşumuza karşı fiilen savaş açma noktasına gelmiş olmamız.

Haçlı terörizminin ele başı Amerika, İslam coğrafyasında yaptığı üst üste saldırılar neticesi gittikçe yıpranmış ve maddi güçten de düşmenin verdiği açmaza karşı yeni bir strateji geliştirmiştir: Arkadan Liderlik…

Arkasına geçtiği kuklalarını Haçlı emelleri doğrultusunda kullanan Amerika, böylece hem kendi imajını yıpratmamış olacak, hem de işin maddi külfetini en aza indirgeyecek.

Bu strateji çerçevesinde arkasına geçtikleri ilk yapı AKP ve RTE oldu.

AKP’nin ileri gelenleri, mürtedi, münafıkı, Davidson’u, Gül’ü, Arınç’ı vs, arkalarına geçmiş Amerika’dan aldıkları arkadan destekle, Suriye’ye karşı sallamaya başladılar.

İyi de koçlar, siz daha kendi vatandaşlarının hesabını İsrail’e sormaktan aciz, Seyrü sefer güvenliğini sağlamaktan aciz varlıklarken, nasıl oldu da birdenbire böyle aslan kesiliverdiniz?

İşte bütün mesele burada, arkadan alınan destekte. Tedaisi NYMHA’lar… AKP’nin NYMPHA’laştığını görmemek için kör olmak gerek.

Nymhalar, arkalarından aldıkları destekle nasıl efendileri adına saldırmakta ve bunu yaparken de kullandıkları imkan ve gücü sanki kendilerinin malıymış gibi sunmaktaysa, AKP kodamanları da aynı şekilde, Suriye ve diğerlerine sulanırken, saldırırken, sanki kendi iktidarları ile bunu yapmaktalar. O arkadan destek olmasa, işte Mavi Marmara neticesi ortada.

Irak’a asker gönderme konusunda gayet alicenap davranan, “tezkereye hayır, bana hayır demektir!” diyerek, Amerika menfaatleriyle kendi şahsını özdeşleştirdiğini ilan eden, tezkereye hayır diyenleri, kendisini astırmak istemekle suçlayan ve akabindeki seçimlerde onları tasfiye eden… Katil ve cani sürüsü sapıkların evlerine sağ salim dönmesi için dua ettiğini efendisi nezdinde ilan etmekten geri durmayan, “Afganistan’a gel!” dediklerinde tereddüt etmeyen, Libya’ya daha BM kararı çıkmadan koşturuveren, İzmir’i haçlı saldırısına üs yapmaktan imtina etmeyen, Irak yerle bir olur, katliamlar yapılırken sesi soluğu çıkmayan ama Suriye’de en başta harekete geçen…

Daha önce belirtmiştik, emperyalizmin Suriye ve İran saldırısı, Füze Kalkanı ile paralel seyredecek. Füze Kalkanı’nı 2012 başına faaliyete geçirecek olmaları düşünüldüğünde, İran ve Suriye saldırılarının da tarihi az-çok ortaya çıkar.

İsrail, varlığını devam ettirmek için saldırmaya mecbur. Yani mesele İran’ın alacağı tavırdan öte, İsrail’in varlık meselesi. Evet, İran tarih boyunca hep Ehli Sünnet’i arkadan vurdu ama işte bu gün devlet planında Ehli Sünnet’i temsil edecek bir yapı kalmadığından, yani İran’ın arkadan vurabileceği bir yapı kalmadığından, şimdi kendi hesaplarını bölüşmek mecburiyetindeler.

İsrail, hiçbir şekilde, İran’ın nükleer güce sahip olmasına göz yumamaz. Saldıracaktır. Tabi bu saldırıya İran ne derece karşı koyabilir, göreceğiz. Karşı koyarsa, ciddi bir savaşa girer. Yok, karşı koymazsa, o zaman da anti-emperyalist, zulme karşı baş eğmez Fars-Şia efsanesinin sonu olur.

Ciddi bir savaş için her iki tarafta da hazırlıklar yapılıyor.

Amerika’nın Irak’tan çekilmesi, İsrail’in Şalit’i kurtarmak adına esir takasına girişmesi ve en son AKP ile arayı yeniden yapmak adına Türkiye’ye gönderdikleri eski Mossad şefi vs. hep buna dair. Öyle ya, stratejik ortaklığı olanların arasındaki perde önü sözde çatışma ve sürtüşme görüntüleri elbette zamanı geldiğinde izale edilebilecek şeyler.

Bu sürtüşme ve çatışma görüntüleri bu güne kadar devam etti ama işte artık gelinen noktada bunu daha fazla devam ettirmenin bir mânâsı ve faydası da yok. Kandırdıkları kadar adam kandırıp, kazandıkları kadar zaman kazandılar. Bu sayede, bir çok kesimi, kişiyi, kendilerine karşı muhalefet etmede tereddüde düşürüp, kesin tavır alamaz hale soktular ki işte İBDA’cıların AKP’ye karşı almış oldukları kesin ve net tavır, bütün Müslümanların haysiyetini de kurtarıcı olması bakımından gayet mühim. Kartlar artık tamamen açık oynanacak.

Bu saatten sonra, AKP’ye karşı daha net tavır alışlar göreceğiz. AKP üzerindeki sihir bozulmakta. Emperyalizme karşı tavır almanın, AKP’ye karşı tavır almak demek olduğu, AKP’nin adını anmadan, anti-emperyalist mücadelenin yakın hedefine AKP’yi oturtmadan, anti-emperyalist mücadeleden bahsedilemeyeceğini daha çok insan anlayacak. Ve biz İBDA’cıların AKP’ye karşı almış olduğu kesin ve net tavrın hakikati apaçık ortaya çıkacak.

İşte, şuurlarda teşekkül edecek bu hakikat, İslâm inkılâbına açılacak ihtilâl kapısının anahtarı olacaktır.

2011 Kasım-Kesim ayında tezahür etmeye başlayan bir mânânın müşahidi-ifşacısı olarak belirtelim ki, 2012, zaferlere gebe…

Bu mânâ çerçevesinde bir hatırlatmada bulunalım, AKP’ye karşı alınması gereken net ve kesin tavrı bir an önce almaya bakmak ve bu ihanet ve işbirlikçi şebekeden hâlâ müsbet adımlar atmasını bekleyici, davet edici dil kullanmayı bir an önce terk etmek gerek. Savaş şartlarında, savaşın dili kullanılır. Düşmandan medet umar şekilde, müsbet adımlar atmasını dilemek, acziyet ifadesinden öte bir şey olmaz. Hâkim bir davaya da mahkûm tavır yakışmaz.

AKP’nin sözde İslamcılığı kendisine karşı halk tabanında tavır alınmasını engelliyorsa, bunu kırması gereken, AKP’ye karşı net ve kesin tavır alışlarıyla İBDA erleri olmalıdır.

Ne yani, AKP’ye karşı tavır almak için, ille de AKP işbirliğindeki haçlı piçlerinin evinizi basmasını ve evdeki ırzınıza namusunuza tecavüz etmesini mi bekliyorsunuz?

Şayet, Irak’ta basılan binlerce ev ve ırzına geçilen binlerce bacınızın acısını hissetmiyor, bunda AKP’nin payını göremiyor ve en önemlisi de bunu şuurlaştıramıyor, şuurlaştırmanız gerektiğinin şuuruna eremiyorsanız, ağlamayı bırak, ağlar gibi yapmanın gerektiğini anlamıyorsanız, yapacak bir şey kalmamış demektir.

CİHAD KOLGEZEN

DERGİMİZ.NET 4. SAYI (22 KASIM 2011)

www.dergimiz.net

16 Kasım 2011 Çarşamba

DÜNYA GÖRÜŞÜMÜZE DAİR

Üstad Necip Fazıl'ın talebesi olan Salih Mirzabeyoğlu'nun, Necip Fazıl'a bağlılık nisbeti içinde ortaya koyduğu İBDA... Kısacası, kim pazarlıksız Allah ve Resulü diyorsa, biz ondan, o bizden!

Kim Yahudi-Haçlı emperyalizmine, vatanlarımızı işgal eden müstevlilere karşı savaşıyorsa, onun yanında ve destekçisiyiz.

İBDA, bütün dünyayı hükmü altına alacak, bütün insanlığın kurtuluş reçetesi ve insanca yaşama garantisi olacak “Başyücelik Devleti” modelini İslami bir anlayış çerçevesinde teklif eder ve bunun mücadelesini verir.

Başyücelik Devleti modeli, demokrasiyi reddeder. "Şura" anlayışı çerçevesinde ve şuranın da ehillerce yapılması gereğine istinaden, yönetimi, ehillere, "Yüce"lere devretmeyi öngörür. (Aydınlar aristokrasyası.) Toplum, toplumun içindeki en seçkin "Yüce"lerden teşekkül edecek bir meclis tarafından idare olunur. Bu meclisin adı, "Yüceler Kurultayı"dır. Rejimin başında da, "Yüce"lerin başı olarak, "Başyüce"... Rejim, adını, "Başyüce"ye izafetle almış, "Başyücelik" olarak tesmiye edilmiştir.

Detaylar, Salih Mirzabeyoğlu'nun, "Başyücelik Devleti" ve Necip Fazıl'ın, "İdeolocya Örgüsü" adlı kitaplarında...

Bu gün müslümanların içine düştükleri en büyük açmaz, 1500 yıllık devlet geleneğinin, ilk defa, Osmanlı'nın yıkılışıyla kesintiye uğraması neticesi, devlet planına geçme noktasında neyi nasıl yapacaklarını bilmeyişleri; İslam'da idare şekli yok, idare ruhu vardır ölçüsü çerçevesinde, "ihtiyaçlara, zaman ve zemine göre değişiklikler gösteren İslâmî devlet modeli günümüzde nasıl olmalıdır?" sualine verilebilmiş bütünlüklü ve sitem çapında bir cevaplarının olmayışı.

(Demokrasilere karşı alternatif teklif edebilme noktasında bu açmazı yaşayan, sadece İslamcılar değil aslında… Ahmet Bin Bella’dan tutun da Subcommandante Marcos’a kadar bir çok devrimci ve devrim lideri, ellerinde, mevcut karşısında teklif edebilecekleri bir alternatif olmadığını açık yüreklilikle beyan etmişlerdir. Marcos, böyle bir teklifleri olmamasına mukabil mücadelelerini, sırf kötüyü kabullenmemek ve insanlık onurunu ayaklar altına atmamak için devam ettirdiklerini ifade buyurmaktadır.)

İşte, Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu, ortaya koydukları eserler ve mücadeleleriyle, bu en büyük eksikliği gidermiş olarak, aynı zamanda yapılmamış olsaydı, her bir müslümanın -her bir insanın- üzerinde yapılması gereken bir farz olarak kalacak bir mesuliyeti de üzerimizden almış oluyorlar. O halde yapılması gereken, Başyücelik Devleti'nin paratiğe geçmesi için mücadele etmek kalıyor bizlere.

***

Necip Fazıl, “şairlerden bir şair” değil, sistem kurucusu bir ideolog ve aynı zamanda fikrini hayata tatbik etme yolunda mücadele veren bir aksiyon adamı... Ha keza, Salih Mirzabeyoğlu da aynı...

Bir aksiyon adamını kendinize örnek aldıysanız, sormanız gereken doğru soru da şu olur: Ben bu yolda ne yapabilirim!

Dava adına kimse keşfedilmeyi beklemesin, kendisi vazifeye talip olsun!

Şimdi biz, muhataplarımıza soralım:

SEN NE YAPABİLİRSİN?

Bu memuriyet ve mesuliyeti, nabzında inkılâp mânâsını hissedebiliyor musun?

O hâlde!

Evet, biz, kuru kuru "islam" demiyoruz. "İslam; ama ne?" sorusuna vereceğimiz bir cevap, hem de gayet hakikatli, sistem çapında bir cevap var elimizde. Öyle cevapsız kaldığımızda, “demokrasi de olur, yoksa böyle daha mı iyi olur?” gibisinden savrulmalara mahal bırakmayacak bir kesinlikte, ne istediğimizi biliyor ve haykırıyoruz.
Çağımız İslâm’a Muhatap Anlayış mihrakını temsil eden İBDA'nın elimize tutuşturduğu reçetede sadece "İslâm" yazmıyor. Mutlak Fikir demek olan İslâm'ı, eşya ve hadiselere nasıl tatbik edebileceğimizin usulleri ve metodları da, birbirini çelmeyecek bir sistem bütünü içerisinde mevcut.

Kapitalist-Liberalist Emperyalist Demokrasilere karşı, İslâm, İslâmî ölçülere nisbetle örgüleştirilmiş olan Başyücelik Devleti.

Mülkiyette tedbirci, ama zamanın sosyalizmalarıyla bir alakası yok.
Ki, aynı zamanda fert teşebbüsünü de engellemez.

Toplumun hakkını topluma, ferdin hakkını da ferde verecek yegane sistem. İşte, "İslâm, zıt kutuplar arası muvazenenin üstün nizâmıdır!" ölçüsünün bu şekilde pratize edilmek istendiğini görüyoruz burada. Ne liberal sistemler gibi tamamen ferdi başa alıcı, ne de sosyalizm gibi ferdi ezici. Ne bireyci, ne de tamamen eşitlikçi. Hem fert hem de toplumu bir arada kucaklamanın sırrı, "adalet" kavramında saklı. "Eşitlik" değil, adalet. Zamanı gelir, adaletin tecellisi eşitlikte görülür, o ayrı.

HADİSELERİN MUHASEBESİ

ÖZ KATİLİMİZE BİZİ MUHTAÇ EDENLER

Van’ı vuran, ilçeleri, köyleri haritadan silen deprem.

İnsanlar medet bekliyor, çığlıklar göklere çıkıyor, arşı buluyor.

Sonra?

O çığlıklara makes olması gereken iktidar ne yapıyor?

Çadırlar dağıtılmamış, her şeyi ellerine yüzlerine bulaştırmışlar. Kendi bakanları, “acziyete düştüklerini” itiraf ediyor. Ve nihayet, koca Türkiye’nin bu depremle baş edecek imkânı yok gibi, İsrail’den yardım dilenmek noktasına getirilişimiz. Kendi katilimize bizleri muhtaç eden bu kafaya, bu zihniyete…

40 milyarı (eski parayla kırk katrilyon) bulan deprem vergileri, öğreniyoruz ki, deprem öncesi alınması gereken tedbirler hariç her yere harcanmış. Bu saikle de öz katilimize muhtaç hale getiriliyoruz. Ve, gazetelerde, büyük puntolu, TV ekranlarında özel vurgulu haberler: İsrail 5 prefabrik ev gönderdi. Hiçbir ülke, kendi reklamını bu kadar ucuza yaptıramazdı herhalde.

İngiliz Mehmed, deprem için toplanan vergileri işlerine geldiği yere harcadıklarını gayet pişkince, bir de yaptıklarını haklı göstererek, “deprem vergilerini ne yaptınız?” diye sual eden muhataplarını iş bilmemezlikle suçlayarak açıkladığını zannediyor. Oysa o vergiler, emanettir, emanet de namus. Ne için aldınsa onun için harcayacaksın. Senden hesap soranları iş bilmemezlikle suçlayacağına, 9 yıllık iktidarınız döneminde o vergileri yerli yerine harcayaydınız da insanlar enkaz altında kalmasaydı. Yunuslar ölmeseydi. Yunusların katili, emanete ihanet edenlerdir! Şimdi de çıkmış, “yıkacağız” diyorlar. Bu aslında, zımnen suç kabulü değil de ne? Şimdiye kadar aklınız neredeydi? Daha kaç Yunus’un ölmesi gerekecek? Daha kaç kez İsrail’in göndereceği 5 prefabrik için öz katilimize minnettar kalmak zorunda olacağız, sayenizde?

BU DEFA CONİLERE ÇUVAL GEÇİRİLDİ

“Tatil” için (Neyin tatili? Bacılarımıza tecavüz edip, kardeşlerimizi-evlatlarımızı katletmekten yorgun düştükleri için olsa gerek!) Marmaris’e gelen coniler, bu defa ummadıkları bir karşılama töreni ile karşılaştılar.

Bir grup TGB’li, bu sapık, tecavüzcü ve katil canilerin başına çuval geçirerek hak ettikleri tavrı ortaya koydu. Amerika’nın emrine amade AKP polisi ise TGB’lileri gözaltına aldı. Conilerin başına çuval geçirilmesinin görüntülerine el koydular. Efendileri haçlı katil Amerika’nın karizmasını çizen bu görüntüleri Türk halkı ve dünyadan saklamak için ellerinden ne geliyorsa ardlarına koymadılar.

Öyle ya, millet bu görüntüleri izleyecek ve, “Oh olsun köpeklere, ne işleri var bir haçlı askerinin Müslüman topraklarında? Aslında hepimiz böyle yapmalı, haçlıları, köpekler gibi gördüğümüz yerde taşlamalıyız!” diye alternatif fikirler oluşacaktı ki bu da AKP’yi Haçlılar nezdinde zor durumda bırakır. Değil mi ki AKP bu Haçlılarla Eşbaşkan ve RTE, haçlı askerlerinin evlerine sağ salim dönmesi için dua etmekte!

İşin bir diğer aşağılık tarafı ise, -bölge esnafının ifade ettiği- AKP’nin, bu haçlı köpeklerinin hizmetine sunmak üzere hariç illerden kadın getirtip “hizmet”e sunması… Tarih canlanıyor ve Yüksek Kaldırım işletmelerinin, NATO teröristleri için boya-badana yapılıp, elden geçirildiği günleri hatırlıyoruz.

DENİZ FENERİ’NDE TAHLİYE

Önce savcıları görevden aldılar -ki, Can Dündar, “savcılar görevden alınmasaydı yeni dalga operasyonlar olacaktı” diyor-, sonra haklarında soruşturma açtılar. Şimdi de tutuklu zanlıları serbest bıraktılar. Bu iş bir yönüyle ABD safında yerini belirlemiş AKP’nin AB-Almanya tarafından sıkıştırılması, AB-ABD arasındaki çekişmenin AKP üzerinden sürdürülmesi olsa da, AKP her iki durumda da suçlu.

Son tahlilde, ister yolsuzluk-hırsızlığı kabul etsinler, isterse de işbirlikçilikleri saikiyle kendi üzerlerinden böyle bir çekişmeye Türkiye’yi malzeme kılmalarından…

***

Deniz Feneri ile ilgili bir diğer gelişme de Kılıçdaroğlu’nun Bakan Beşir Atalay’ı, Kanal 7 yöneticilerini, kanalın polis tarafından basılacağı konusunda uyarmış, köstebeklik yapmış olması. Kanal 7’nin sahipleri, kendilerine böyle bir ikazın geldiğini ve bilgisayarları, muhasebe kayıtlarını temizlediklerini itiraf ediyorlar. Kanal 7’deki bilgisayarlar temizlenmiş olsa da “server”larda bu bilgiler unutulmuş, Almanya’nın “Yüzyılın Yolsuzluğu” diye adlandırdığı çifte muhasebe kayıtları devletin elinde…

Almanya’da dava görülürken, RTE ve Emine Erdoğan’ın resimlerinin de suça iştirak edenler cümlesinden olmak üzere, mahkeme salonunda yapılan slayt gösterisinde perdeye aktarıldığını hatırlatalım.

TÜRBAN VE AKP

Kadın vekillerin Meclis’e pantolonla girebilmesine imkân sağlayacak AKP teklifine Sırrı Süreya Önder’in bir ek yaparak başörtülü girebilmenin de mümkün olmasını sağlamak istemesi üzerine, AKP tarafı, panik hâlinde “pantolona serbestiyet” teklifini dahi geri çekti.

AKP suçüstü yakalanmıştı…

Ne yapacaklarını şaşırdılar.

Cemil Çiçek denen adam, gayet pişkince, “İsteyen zaten girebilir, teklife filan ne gerek vardı canım!” diye suçluluk psikolojisini ortaya döken açıklamalar yaptı.

Güya türbana sahip çıkan, bu sahiplenme görüntüsünü gayet ustaca siyasi ranta tahvil edebilen AKP, şimdi böyle -şeklen dahi olsa- bir özgürlük ortamında kendisine ihtiyaç kalmayacağının hissiyle -hani şu damların kiremitlerini aktaran ama kırık kiremidin yerini her seferinde değiştiren adam misali-, başkasının dama çıkmasına da müsaade etmemiş oldu.

AKP’nin türban konusundaki tavrı tam bir rezalet. Bülent Arınç çözüm için “namus ve şeref sözü” verirken, RTE, “kendisinin böyle bir söz vermediğini” ifade ederek en yakınındaki adamın verdiği namus ve şeref sözünü ayaklar altına atacak kadar…

VİKİLİKS BELGELERİNDEN…

Vikiliks belgeleri…

Yani, Amerikan diplomatik temsilcilerinin, bulundukları ülkelerden Vaşington’a gönderdikleri resmi kriptoları ele geçirenlerin, bu belgeleri Vikiliks adlı internet sitesinde yayınlanması…

Bu belgeler gösteriyor ki, Vaşington’a en çok belge Irak’tan gitmiş. İkinci sıradaki ülke ise Türkiye.

Gündeme gelen son iki belgelerden birinde, Amerikalı diplomat, zamanının AKP’li Meclis Başkanı ile yaptığı görüşmeyi aktarıyor ve AKP’li Meclis Başkanı’nın, kendisine, “Balyoz” davasında elle tutulur bir delil olmadığını aktardığını merkeze rapor ediyor ve şayet davaya Amerika açık müdahale etmeye kalkarsa, bunun TSK’daki tepkileri artırıp, ordudaki istifaları hızlandıracağını belirtiyor. Zamanının Meclis Başkanlarından M. Ali Şahin, “ABD elçisine rapor veren ben değilim!” diye açıklama yapmak suretiyle kendisini temize çıkarma gayretine düşerken, oklar  diğer başkan Arınç’ı işaretlemekte.

Diğer iki belge ise Anayasa Mahkemesi’nden Haşim Kılıç’la ilgili.
Kılıç ABD elçisine brifing vermiş. Biri, daha AKP yeni iktidara geldiği dönemde, Kılıç üye iken. Diğeri de Başkan sıfatıyla.

HİLLERİ’NİN KAHKAHASINA ORTAK OLANLAR

Haçlı canavarlığının yeni örneği, Kaddafi’nin şehid edilmesi üzerine bir kez daha sergilendi.

Daha önce Usame Bin Ladin’in şehid edilmesini seyrederken gördüğümüz Hilleri, bu kez Kaddafi’nin şehadetine kahkahalar attı.
Bizde de, “Oh oldu, diktatör öldü!” diyerek, bu kadının kahkahalarına eşlik edenler var.

Hatta Libya’nın Meşru Devlet Başkanı Kaddafi’nin katledilmesi üzerine, bu ülkede, “Amerika’ya baş kaldıranın sonu böyle olur, herkese ders olsun!” diye yazan Sami Kohen gibi Yahudiler var. O Kaddafi ki, İsrail’e karşı savaşan mücahidlerin en büyük destekçisiydi. AKP kanadı da bu tehdidi görmüş, onlar da koroya katılmışlar. Cemil Çiçek denen adam diyor ki: “Bu herkese ders olsun!” Anlaşılan dersi kendileri almış, Amerika’ya, “biz haddimizi biliriz!” diye temenna çakıyor.

AMERİKA’NIN FÜZE KALKANI

Bir kere en başta şunu ifade edelim ki bu radar Amerikan projesi olup NATO’yla doğrudan bir alakası yoktur. Dolayısıyla da, “NATO tarafında karar alındı, biz de bu karara iştirak etmek durumundayız” filan gibi laflar, tamamen kandırmacadan ibaret. Yani AKP, bu radarı Amerika’nın emir ve direktiflerine uygun olarak Anadolu’nun bağrına saplamaktan imtina etmemiştir.

Amerika’ya verdikleri sözler üzerine iktidar olan, olmasına izin verilen, Amerika’nın istediği zaman kendilerini delikten süpürebileceğinin bilen bir iktidarın, o delikten süpürülmemek adına yapmayacağı ihanet, vermeyeceği taviz, altına girmeyeceği okka, yemeyeceği lokma yoktur.

KRİZ DÜNYAYI SARSMAYA DEVAM EDİYOR

Dünya iktisadi krizin anaforunda.

Menfi algılanana en küçük bir haber, hadise bile, büyük çalkantılara sebep olmakta.

Yunanistan başbakanı Papandreu’nun referandum açıklaması da bunlardan biri oldu ve Euro bölgesine yönelik endişeleri artırdı.
Dünya piyasaları sert kayıplar yaşarken, petrol ve altın düştü. İçeride ise dolar yükselerek, 1,80 liraya dayandı.

Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu'nun, Avrupalı liderlerin Yunanistan’ın borç krizinin önüne geçmek amacıyla bir hafta önce karara vardıkları yardım anlaşmasını referanduma sunacağını açıklaması piyasalarda sert düşüşlere sebep teşkil etti.

Avrupa liderlerinin Yunanistan’a dair aldıkları kararı bir nevi vesayet olarak ifade edebiliriz. Papandreu, kararları referanduma sunarak, mesuliyeti üzerinde atmaya ve Yunan halkının vesayeti kabul edip etmeyeceklerine kendilerinin karar vermesini istemiş oluyor.

Aciz bir liderlik tavrı.

Euro Bölgesi liderleri geçen hafta Yunan devlet tahvillerinden yüzde 50 zararı kabul etmeleri için özel bankalar ve sigortacılarla anlaşmaya varmış ve Yunanistan'a 130 milyar Euro'luk ikinci bir yardım kararı almışlardı Bunun karşılığında da Yunanistan, kendisine dikte edilen şartları yerine getirmekle mükellef olacaktı.

1,80 LİRA OLAN DOLARIN FATURASI

Büyük bir cari açık problemiyle karşı karşıya olan Türkiye’de, ihracata dayalı bir büyüme olsaydı, bu rakam avantaj bile olabilirdi. Ama Türkiye borçlanıyor, dışarıdan mal alıyoruz ve dolardaki bu artış, mal ve hizmetlerin pahalanması olarak iç piyasaya yansıyacak demektir ki, bu hem cari açığın, borcun artması, hem de enflasyon demek.

Merkez Bankası’nın doların artışını frenleyebilmek maksadıyla yaptığı satışlar ise, havanda su dövmeye benziyor. Veya, hastalığı tedavi etmek yerine, yaralara bant yapıştırmaya.

Merkezin dolar satması ise alacaklıları endişelendirmiş durumda. Öyle ya, kasalardaki doların hızla erimesi karşısında, onlar da alacaklarını alamama riskiyle karşı karşıya.

Dolar satmanın bir diğer boyutu da yine birilerinin bu işten büyük paralar kazanmakta olması.

Millet her halükarda soyulmaya devam ediyor. Gelir dengesindeki adaletsizlik her geçen gün daha da artıyor.

Üstad’ın, “Bu taksimi kurt yapmaz, kuzulara şah olsa!” diyerek eleştirdiği gelir dağılımı adaletsizliği üzerine tüy dikiyorlar.
AKP iktidarı, borçları ödeyebilmek maksadıyla zam yapmaya başladı.

Daha durun, gerisi geride.

BELEDİYE İŞÇİLERİ ŞUTLANDI

Belediyelerdeki fazla-şişmiş kadroları eritmek bahanesiyle, belediye işçilerinden büyük bir kesim kamu kuruluşlarında hizmet vermek üzere kurumlara dağıtıldı.

Bu işçiler, gittikleri kurumda, mevcut toplu sözleşmeleri müddetince çalıştıktan sonra, süre bitiminde, görev yaptıkları yeni kurumun amiriyle teke tek pazarlık masasına oturacaklar. Artık asgari ücret mi olur, üstü mü olur, nasıl anlaşabilirlerse. Anlaşma olmazsa, hadi kapı dışarı, nasıl olsa asgari ücreti kabul edecek işsiz çok. Hatta o işsiz, o okullardan birine atanmayı bekleyen on binlerce öğretmenden biri de olabilir. Öğretmenlik yerine hademelik, temizlik görevlisi olarak…

Yeni işyerlerinde göreve başlayan işçiler, 2013 senesine girerken dolacak olan toplu sözleşmeleri sonucunda nasıl bir tabloyla karşılaşacaklarını kara kara düşünüyorlar.

İşin en dikkat çekici tarafı ise, görevlerine son verilen işçilerin yerine, hemen taşeronların gelmiş olması. Hani bu işçiler ihtiyaç fazlasıydı? O zaman taşeronlardan işçi kiralamanın ne alemi var?

KCK OPERASYONU

KCK’ya yapılan son operasyonlarda gözaltına alınanlardan Prof. Dr. Büşra Ersanlı ve yayınevi sahibi Ragıp Zarakolu'nun da aralarında bulunduğu 23 kişi tutuklandı.

Buraya kadar tuhaf bir durum yok.

Tuhaflık, Yeni Akit’in, haberi, “KCK'dan gözaltına alınan ve açılımcı aydınlarla BDP'nin sahip çıktığı Prof. Ersanlı'nın Yahudi asıllı spekülatör George Soros'un Helsinki Yurttaşlar Derneği'nin kurucularından olduğu ortaya çıktı. Ersanlı'nın eşinin de bir Yahudi olması dikkat çekti.” şeklinde vermesiydi.

İyi de, açılımın başını çeken AKP iktidarı niye tutuklanmıyor o zaman? RTE, bizzat Yahudilerden cesaret ödülü alamadı mı?
Türkiye’yi bölmek üzere birlikte yola çıkanların yolları ne oldu da ayrıldı, birbirlerine düştüler?

Burası Türkiye, burası Anadolu. Bu millete rağmen öyle her planı tatbik etmek kolay değil.

Diğer yandan, Ersanlı’nın Helsinki Derneği’nin kurucularından olması suçsa -ki,bizce de öyle- Helsinki Derneği’ni AKP içinden Zapsu’ya sormak gerekir. Tabi bunların “açılım”  kod adı altında Anadolu’yu bölüp-parçalama planında birleşmiş olmaları da her kesimden işbirlikçinin nasıl da aynı çatı altında toplandığını göstermesi bakımından, her kesimin samimi yurtseverlerine birlik olmaları yolunda bir ihtar aynı zamanda.

DEPREM YARDIMI İSTİSMARI

Deprem akabinde, "Van İçin Tek Yürek" adlı bir program 19 TV'de ortak olarak yayınlandı. Telefonla canlı yayına bağlanan bazı uyanık kapitalistler ise "dudak uçuklatan" vaatleri ekranda saydı. Ve gecenin sonunda tam 62 milyon TL nakit yardım toplandığı söylendi. Ancak 'programa katılıp yardım vaadinde bulunan isimler, aradan geçen günlere rağmen paraları bankaya yatırmadı! 62 milyon TL'nin sadece 20 milyon TL'si toplandı. Ekranda para yağdıran uyanıklar, sadece şirketlerinin reklamını yaptı.

Kapitalizmin ahlâkı yok. En insanî teşebbüsleri bile kendi menfaatlerine istismar etmekte de gayet mahirler.

Diğer yandan böyle bir kampanya, bizim nizamımızda olamaz. İnsanlar zaten gerekeni yapıyorlardır ve devlet de zaten gerekli tedbirleri almış olacaktır. Van depremi, önceden alınacak tedbirlerle kolayca savuşturulabilecek bir vaziyet arzetmekte. Devletin yetişemeyeceği büyüklükte bir felâket karşısında da sermayedar, parayı zaten böyle lüzumlu haller için kazanmakta olduğunun idrakiyle, gerekeni, reklama ihtiyaç duymadan, “sağ elinin verdiğini sol eli duymadan yapma” şuurunda olacaktır.

MESELE FUHUŞ DEĞİL, YAŞIN KÜÇÜK OLMASIYMIŞ!

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin, ''Yargıtay 14. Ceza Dairesinin 13 yaşındaki bir kız çocuğunun 'sanıklarla kendi rızasıyla birlikte olduğu' doğrultusundaki yerel mahkeme kararını onamasını kabul edilemez ve kaygı verici'' bulduğunu bildirdi.

Haber böyle…

Yaşı küçük olmayıp fahişelik yapmak ise kabul edilebilir bir durum. Mesele yaş küçüklüğü, o kadar. Yabancı bir kadın gazeteci, hayretle, yönetiminde AKP’nin olduğu rejimin kadın pazarladığını yazmıyor muydu?

İŞTE, RTE’NİN SAĞ SALİM EVLERİNE DÖNMELERİ İÇİN DUA ETTİĞİ HAÇLI CANAVARLAR!

Afganistan'da görev yaparken üç Afgan sivili öldürmekle suçlanan işgalci Haçlı terör örgütü üyesi Gibbs adlı çavuş, ölenlerin cesetlerinden anı olarak saklamak üzere parmak kestiğini itiraf etti.
Mart ayında, bir grup terör örgütü elemanının işgal için gittikleri ülkede Afgan sivillerin cesetleriyle poz verdiği fotoğraflar ortaya çıkmış; bu kişileri öldürür öldürmez kamera karşısına geçtikleri açıklanmıştı.

Alman Der Spiegel dergisinde yayınlanan fotoğraflarda, işgalci Haçlı canilerin bir cesedin başını ellerinde tutup gülümsediği görülüyordu.
Seattle yakınlarında yapılan duruşmada, avukatı, Gibbs'in üç müslümanın parmaklarını kesip bunları savaş anısı olarak sakladığını ve başkalarına hediye ettiğini kabul etti.

Gibbs Kandahar yakınında işgalde görevli takımın liderliğini, 2009'da liderlerinin çatışmada yaralanması ardından üstlendi ve saldırılar 'intikam' adı altında başladı. Caniler, iki ayrı vakada karşılaştıkları sivilleri yanlarına çağırıp üzerlerine el bombası atarak sonucu izledi.

Bu haçlı canilerinin Felluce’de, Ebu Gureyb’de yaptıkları da unutulmuş değil.

Ebu Ggureyb’den atılan çığlıklar, feryatların, işgalin, tecavüzlerin hesabı sorulmuş değil.

“Her gün tecavüze uğruyoruz, karnımızda onların piçlerini taşıyoruz. Ellerinizdeki bütün silahlarla saldırıp, burayı yerle bir edin ve bizi de karnımızdaki Amerikan conilerinin piçleriyle beraber öldürün!” diye yalvaran, feryad eden Nur’un çığlıklarını nasıl unutulabilir, insan olan, Müslüman olan?

Ve bu katiller, tecavüzcü sapıklar için dua eden?
Nasırlaşmış yürekler lazım…

SABIKALI DERGİDEN ALLAH RESÛLÜ’NE
YİNE HAKARET

Fransa'da siyasi mizah dergisi Charlie Hebdo, Tunus'ta Ennahda partisinin zaferini kutlamak için yeni sayısının editörlüğünü (haşa) M……. Peygamber'e verdiğini duyurdu.

Derginin yarın çıkacak sayısına Şeriat Hebdo adı verildi.
Kapakta Allah Resulü iddiasıyla çizilmiş bir tipin, "Gülmekten ölmezseniz 100 kırbaç" diyen bir karikatürünün yer aldığı bildiriliyor.

Derginin saygısız açıklamasında, "Tunus'ta İslamcı Ennahda partisinin zaferini en uygun şekilde kutlamak için Charlie Hebdo, M…….'den gelecek sayısına özel editör olmasını istedi. İslam'ın peygamberine ısrar etmemize gerek kalmadı, hemen kabul etti. Kendisine teşekkür ederiz." yavşak ifadeleri yer alıyor.

Dergide, güya Allah Resulü’nün "Helal Aperatif" başlıklı bir köşe yazısı ile “Madam Şeriat” adlı bir kadın ekinin de yer aldığı belirtiliyor.

2007'de derginin o dönemdeki editörü, bir Danimarka gazetesinde iki yıl önce basılan karikatürleri yeniden yayınladığı için Müslümanlara hakaretten yargılanmış ve beraat etmişti.

LİBYA’LI İŞBİRLİKÇİLER, KADDAFİ’NİN KATLİNE İŞTİRAK EDENLERİ YARGILAYACAKMIŞ

Ve böylece, Haçlıların silahlarının gölgesi altında kurulacak uyduruk mahkemelerinde, üç-beş çapulcuyu belki mahkum edip, meşrularmış görüntüsü vermeye çalışacaklar.

Vatanlarını Haçlı emperyalizmine peşkeş çekip, meşru Devlet Başkanı’nı katledenler, böylece suçlarını ört-bas edeceklerini zannetmekteler. Hainler, ihanetlerinin bedelini bu sayede adalete vermeyeceklerini mi sanıyorlar?

SAĞLIKTA KISINTI

İstanbul Tabip Odası üyesi Dr. Selma Okkaoğlu, İstanbul’da difteri ve tetanos aşılarının çok az miktarda kaldığını ve bunun büyük bir tehlike olduğunu söyledi.

Eellerinde az miktarda difteri ve tetanos açısının kaldığını, aşı taleplerine yeterli miktarda yanıt verilmediğini belirten Okkaoğlu, örneğin 200 doz istediklerinde 50 doz gönderilip, “idare edin!” denildiğini söyledi.

Sol Haber’in sorularına cevap veren Okkaoğlu, bu gibi aşıların hamilelere, yaralılara, çocuklara veya ısırılanlara yapıldığını, ellerinde yeterli miktarda aşı olmadığı için hekimlerin gebelere mi, yaralılara mı aşıyı kullanmak konusunda sıkıntıya düştüğünü ve durumun hatalara neden olabileceğini dile getirdi.

Van Sağlık Müdürlüğü’nden bir yetkili ise şu an için ellerinde yeterli tetanos aşısı bulunduğunu, ancak Sağlık Bakanlığı’nın kendilerine bir süre sonra tetanos aşısı gönderilmeyeceği, hastanelerin aşıyı kendilerinin temin etmesi gerektiğinin söylendiğini dile getirdi.
AKP iktidarı, cari açığı kapatmak derdiyle, milletin sağlığını riske atmaya başladı.

ASGARİ ÜCRETLİYE 66 KURUŞ, GÜL’E 90 LİRA

Asgari ücrete günlük 66 kuruş, aylık ise 19,77 TL'lik zam yapılacak. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün maaşına ise günlük yaklaşık 90 TL, aylık yaklaşık 2 bin 650 TL zam yapılacak. Gül'ün maaşı, asgari ücretin 50 katına denk olacak… Gül’e yapılan zam, asgari ücretlinin 134 katı…

Gül’e Maaşından Hariç 402 Bin Lira

Gül ve ailesinin barınma, ısınma, gıda, ulaşım gibi masrafları yok. Asgari ücretli ise tüm maaşını yatırsa bu temel ihtiyaçlarını bile karşılayamıyor. Bu durumda Gül'ün maaşı ile asgari ücret arasındaki gerçek fark katlanıyor.

Cumhurbaşkanlığı’nın bütçe teklifini komisyona sunan Genel Sekreter Mustafa İsen, "Cumhurbaşkanlığı makamının hizmetlerinin, devlet geleneğinin onuruna ve milletin değerlerine yaraşır şekilde yapılmasının her açıdan önemli olduğunu ileri sürerek, bu bağlamda 2012 Mali Bütçesi için öngörülen miktarın, 138 milyon 700 bin TL olarak tespit edildiğini, bu bütçenin 402 bin TL’sinin Cumhurbaşkanı ödeneği olduğunu" kaydetti.

Abdullah Gül'ün Köşk'e çıktığı 2007 yılında Cumhurbaşkanı maaşı 15 bin 250 TL idi. 2012 yılı için belirlenen zamla birlikte, aradan geçen 4 yılda Gül'ün maaşı yaklaşık yüzde 120 artarak 33 bin 500 TL'ye çıkmış olacak.

Şu cümleye dikkat: “Cumhurbaşkanlığı makamının hizmetlerinin, devlet geleneğinin onuruna ve milletin değerlerine yaraşır şekilde yapılması…”

İyi de millet sefalet içinde yüzerken, milletin başındaki sefalet içindeki milleti gösterişli bir şekilde temsil etse ne, etmese ne? Devlet Başkanı, milletin kaderine ortak olduğu nisbette şeref ve haysiyetle milleti temsil eder. Bunların ileri sürdüğü sebeplere, “ayranı yok içmeye, mersedesle gider helaya” derler.

NOKTALAMALAR

"VAN MÜNİT!"
RTE, “Bir daha Davos’a gelmem!” demişti…
Davos, Türkiye’ye geliyor!

“İÇİ BOŞ ASLAN!”
Hani Kıbrıs konusunda RTE atıp tutuyordu ya, palikaryadan cevap geldi: “Bırakın kükresin dursun, içi boş aslan!"

DALGA GEÇİYORLAR
Bütçe görüşmeleri esnasında konuşan Arınç, “Depremlerden ders alınsaydı tekerrür etmezdi. Bu imarda, inşaat kalitesinde her zaman karşımıza çıkıyor” dedi.

Öyle ya, ders almayan bizleriz, Allahları var kendilerinin hiç suçu yok.

YENİ EŞİK

Geçtiğimiz iki sayıda yazdığımız yazıların özeti şuydu: Batmakta olan bir gemi olan dünya sistemi içerisinde yer alan Türkiye’nin de bu gemiyle beraber batması mukadder. Hâl böyleyken, AKP iktidarının, “işler çok güzel, bu defaki kriz bizi teğet bile geçmeyecek!” şeklindeki ifadeleri, “kriz-çöküş-dekadans”ı anlamadıkları veya milleti keriz yerine koyduklarına delalet eder.

Bir kere şunu özellikle vurgulayalım, bu, bilindik, geçmişte yaşanan türden bir “kriz” değil; çöküş, batış. “Bir şeAyin yanlışı nihayetinde ortaya çıkar!” hikmetine atfen ifade edelim ki, artık kapital-liberal sitsem, emperyalizm nihayetine gelmiş, bitmiş, tükenmiş, insanlara vaat edebileceği bir “yalan” dahi kalmamıştır. Öyle ki, “Amerikan Rüyâsı” “kâbus”a dönmüş, şehrin göbeğinde toplanan binlerce protestocu bu düzene lanet okumakta, zenginlerin önünü kesip, düzeni simgeleyen tiplerden hesap sormaya başlamışlar. Hadiselerin kimsenin kontrolünde olmadan gelişimi ayrı bir muamma olsa da, temelde, insan ruhunun isyanını görmek mümkün. İktisadî nizâmın ahlâkla olan irtibatını göremeyen bu Allahsız ve ahlâksız sistem çöküyor. Duyulan sesler, çöküşün, batışın çatırtılarından ibaret. Ve insanlar, ruhî bir insiyakla dümendekilere isyan ediyor.

Bu, bilinenler cinsinden olmayan “şey”in çaresi ise kapitalist-liberalist emperyalist sistemde mevcut değil.

Türkiye’ye dönecek olursak, iktidar, batmakta olan gemiden kurtulmaya çalışmak yerine, geminin batmayacağına ümidini bağlamış bir hâl içinde… Geminin batmamasını canı gönülden istiyor, arzuluyorlar. Zira gemi batarsa kendilerinin de teklif edebileceği bir alternatif mevcut değil. İşte bütün icraatları ortada. Yaptıkları ve yapamadıklarıyla apaçık meydandalar. Ve tek yapabildikleri, batan gemi içinde bir kamara teşkil eden Türkiye’nin su almamasına çalışmak gibi bir cinnet hâli içindeler. Bu acziyet ve çaresizlik, AKP iktidarını, geminin batmamasını istemeye icbar ediyor. Varlıklarını borçlu oldukları liberal-kapitalist emperyalizmin varlığını sürdürmesine olan inançları buradan. Allahsız ve ahlâksız sisteme inandıkları için bağlandılar ve iktidar oldular, bağlandıkları için de bu sistemin içinde üzerlerine düşen vazifeyi harfiyen ifa etmeye çalışıyorlar.

Geminin batmayacağına dair inançlarına istinaden tek hedefleri, kendi bölümünün su almasına mani olmaya çalışmak. İşte o zamana kadar dayanmayı ümid ediyorlar.

Bunun için de son bir hamleyle, elde avuçta kalmış ne varsa satmak, halkın sırtındaki vergileri daha da artırmak ve zamlara yüklenmek artık son çareleri. Tabi bir de Soros’un, “En iyi ihraç malınız, Mehmetçik!” direktifi doğrultusunda, bu güne kadar olduğu gibi, bundan sonra çok daha faal olarak, emperyalizmin hizmetine Mehmetçiği arzetmek olacak.

Haçlı-Yahudi şebekesi Irak’a mı saldıracak? Mehmetçiği gönderebilmek için her şeyi yaptılar, olmadı. Ama olsun, hem istedikleri lojistiği sağladılar, hem de tecavüzcü sapık conilerin sağ salim evlerine dönebilmesi için dualar ettiler.

Haçlı-Yahudi şebekesi Afganistan’a mı saldıracak? Mehmetçik emirlerine amade…

Haçlı-Yahudi şebekesi Libya’ya mı saldıracak? Önce “ne işimiz var?” derlerken, sonradan öyle bir hizmete başladılar ki, daha BM’den bir karar çıkmamışken savaş gemileri yollara revan oldu. İzmir, bu saldırının üssü haline getirildi.

Haçlı-Yahudi şebekesi İran ve Suriye’yi mi hedef aldı? Füze kalkanına da hay hay, Suriye’yi karıştırmak isteyen isyancılara da koruma kollama görevi yapmak bizden.

Bu işbirlikçilik ve ihanet daha ne kadar devam edebilir ki? Soros’un emir ve direktifleri ile Mehmetçiği Haçlı-Yahudi çetelerinin işini kolaylaştırmak üzere cepheye sürenlerin yalan ve dolanları artık sürdürülemez aşamaya gelmiş bulunuyor. Son olarak, Gazze’ye yardım götüren filoya İsrail’in müdahalesi ve bu müdahale karşısında AKP iktidarının kılının kıpırdamaması, gerçek yüzlerini bir kez daha ortaya koydu. Bundan sonra Suriye ve İran’a karşı yapılacak saldırılarda AKP’nin oynayacağı role istinaden de ifade edelim ki, artık AKP’nin emperyalizmin bir mızrağı, misyonunun ise Müslüman Anadolu ahalisini, aynen kurbağa gibi yavaş yavaş ısıtıp, hissettirmeden haşlamak olduğu, yalan çuvalına sığmayacak derecede gözlere batmaya başlayacak.

AKP’nin, emperyalizmle Müslümanlar arasındaki tampon vazifesi icabı, emperyalizmin baskılarını, halka en asgari derecede hissettirmek, manipüle etmek ve bu his yoksunluğu saikiyle de milleti tepkisiz bırakmak olduğunu, ama süreç içerisinde her tampon gibi yıpranıp, artık iş göremez noktaya gelmesinin mukadder olduğunu da ifade etmiştik. İşte, görünen o ki, Haçlı-Yahudi emperyalizminin Suriye ve İran’a karşı olan saldırısı AKP tamponunu paramparça edecek bir şiddete sahne olacak. Gemilerinin batmaması için çaresizce bu iki ülkeye saldırmak mecburiyetinde kalan ahlaksızlık ve Allahsızlığın irin yuvasında dümen tutanlar, elbette AKP ve başındaki kolpacıya acıyıp, merhamet gösterecek değiller. “Sen tamponsun, tamponluğunu bil!” diyecekler.


DERGİMİZ NET 3. SAYI (15 KASIM 2011)
www.dergimiz.net